Kureyş içinde İslam’ın yayılımı adına deniz bitmiştir. Dışarıya çıkarak bir başka topluluğu dinine davet etme deneyimi de, en azından şimdilik ve görünüşte, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat “Kalk ve Uyar” emri geçerliliğini ilk günkü gibi devam ettirmektedir. Ve Hz. Muhammed’in sözlüğünde, bir insan olmasının gereği geçici üzüntüler ve hayal kırıklıkları yaşasa da, “pes etmek” diye bir şey bulunmamaktadır. O’nun için her başarısızlık amaca hangi yoldan gidilemeyeceğine dair yeni bir bilgidir. Amaca ulaşma azmi ise yerinde durmaya devam etmektedir. Her defasında daha önce denenmemiş yeni bir yöntemle. Ve Taif yolculuğundan sonra üçüncü stratejiye geçilir: Çölden Mekke’ye gelen kabileleri İslam’a davet etmek. Bu strateji tam üç sene boyunca uygulanacak, bu uğurda da büyük acılar çekilecek ama sonuçta üçüncü de başarılı olunacaktır. Hem de insanlık tarihinin daha önce daha sonra başka bir benzerini kaydetmediği bir başarı…
Her sene Hacc mevsiminde Mekke’nin civarında üç büyük fuar kurulur: Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz. Arap yarımadasını dolduran 15 büyük kabileye mensup insanlar hem Hac yapıp Kâbe’de bulunan putlarını ziyaret etmek hem de senelik alış verişlerini görmek için Mekke’yi ve bu fuarları doldurur. Hz. Muhammed de Taif dönüşünden sonra İslam anlatma eylemini sözü edilen fuarlarda Arap kabilelerinden o sene Mekke’ye gelmiş olanlar üzerine yoğunlaştırır. Onlardan ilah olarak sadece ALLAH’a inanıp ibadet etmelerini, dinini yayabilmek için kendisine yardımcı olup sahip çıkmalarını ister. Ve daha ilk istekleri arasında Tevhid Dinine uygun bir toplumsal yaşam da yer alır. Bu çerçevede baba ve anaya iyilik, yoksulluk korkusu ile kız çocukları öldürmemek, ALLAH’ın mübarek kıldığı cana kıymamak, yetimlerin malına el uzatmamak, ölçüyü, tartıyı tam ve doğru yapmak ta vardır. Fakat çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Daha en baştan Kureyş önlemini sağlam almış, Mekke’nin bütün yollarına özel görevli insanlar dikmiştir. Toplam 17 kişiden oluşan bu ekibin görevi Hacca ve fuarlara gelen Arapları Hz. Muhammed hakkında uyarmak ve onun tarafından kandırılmamalarını(!) sağlamaktır. Zaten ünü Arap çölüne yayılmıştır. Hacıların birçoğu daha yola çıkmadan kendi kabileleri tarafından uyarılmakta:
“Sakın o Kureyşliyi dinlemeye kalkışmayın” diye sıkı sıkı öğütlenmektedir. Ama O bunların hiç birinden yılmaz her gittiği yere tekrar gider:
“Kureyş putperestleri beni Rabbimin Sözünü duyurmaktan alıkoydu. Bana sahip çıkacak, alıp kendi yurduna götürecek kimse yok mu?” der. Ve her yerden aldığı cevap hemen hemen aynıdır:
“O’nu kendi toplumu daha iyi bilir. Ne diye onlar seni dinlemiyorlar da bize geliyorsun. Bak hele! Kendi toplumunu bozup dağıtmış, fakat bizi düzeltecekmiş!” Tebliğ her defasında tartışmaya döner. Ama O hiç yılmaz. Gittiği kabilenin yanından yorgun ve reddedilmiş ayrılırken sadece:
“ALLAH’ım!” der, “Sen dileseydin böyle olmazlardı.”
Amca Ebu Leheb bu uğraşında da en büyük belalısıdır. O günlerin canlı tanıklarından Abbad oğlu Rebia daha sonraları yaşadıklarını şöyle anlatır:
“O’nu Zülmecaz panayırında görmüştüm.”İnsanlar! Birdir ALLAH O’dan başka ilah yok, deyin, kurtulun!’diyordu. Kendisi nereye yönelse insanlar da oraya toplanıyor, adeta başına üşüşüyordu. Arkasında da O’nu adım adım takip eden şaşı gözlü, saçları iki örgü yapılmış bir adam vardı. Sürekli olarak arkasından O’nu dinleyenlere seslenip: ‘İnsanlar! Bu sizi aldatıp ta atalarınızın dininden çevirmesin’ demekteydi. Ben merakla ‘Kim bu?’diye sordum çevredekiler:’Abdullah oğlu Muhammed’dir. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor’ dediler. ‘Peki, O’nu takip eden o şaşı gözlü adam kim?’dedim. ‘O da O’nun amcası Ebu Leheb’tir’ dediler.
Aynı durumun bir başka tanığı, Abdullah oğlu Tarık ise:
“ALLAH’ın Elçisi üzerinde kırmızı bir cübbe olduğu halde:’ALLAH’tan başka ilah yoktur, deyin ve kurtulun’ diye son sesi ile bağırıyor, bir adam da sürekli taş atarak O’nu takip ediyordu. O da bir yandan taş atarken bir yandan da: ‘İnsanlar! Sakın O’na inanmayın O bir yalancıdır’ diyordu. ALLAH’ın Elçisinin ayakları kan içindeydi!”
diye tanıklık eder.
Ezd kabilesinden Müdrik’in gördükleri ise hepsinden daha acıklıdır:
“Babamla birlikte Hacc yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştık. Ben, babama onların kim olduklarını, niçin toplandıklarını sordum. O: ‘Şu kendi toplumunun dinini terk etmiş adam için’ dedi. ALLAH’ın Elçisi o sırada sürekli olarak: ‘Birdir ALLAH, O’dan başka ilah yoktur, deyin, kurtulun’ diyordu. Fakat çevresini sarmış olanların bazısı yüzüne tükürüyor, bazısı başına toprak saçıyor, bazısı da sövüp sayıyordu. Öğle saatlerine kadar bu durum devam etti. Ancak o zaman elinde su testisi bulunan bir genç kız çıka geldi. Ağlıyordu. ALLAH’ın Elçisi onun tuttuğu testiden elini yüzünü yıkadı, su içti ve ağlayan kıza da: ‘Kızım! Örtünü ört, yakan açılmış’ dedi ve ekledi ‘baban hakkında tuzağa düşürülecek ve öldürülecek diye korkma! O kızın kim olduğunu sordum. ‘Muhammed’in kızı Zeynep’tir’ dediler.”
Bazıları iyi niyetle dinleyip iman edecek gibi olur fakat onları da genellikle kendi içlerinden bir bozguncu vazgeçirtir. Bunlardan biri Sa’sa oğlu Amir oğullarıdır. Hz. Muhammed’i Ukaz fuarında dikkatle dinlemiş ve O’na sahip çıkıp, beraberlerinde yurtlarına götürmeye meyletmişlerdir. Fakat sonradan görüşmeye katılan önde gelenlerinden Beyhara isminde biri sorar:
“Eğer biz sana uyar ve galip gelirsen senden sonra hâkimiyet bize kalır mı?” O:
“Hâkimiyet ALLAH’ındır. Kime isterse ona verir!” der. Beyhara burun kıvırır:
“Yani” der, “göğüslerimiz senin uğrunda bütün Arapların oklarına hedef olacak ve Sen galip geldikten sonra hâkimiyet bize değil de başkasına geçecek öyle mi! Senin dinin bize gerekmez.” Ve kendi kabilesine döner:
“Şu insanlar arasında yurtlarına sizden daha kötü bir şeyle dönen kimse bilmiyorum. Demek siz bu adam yüzünden herkesle savaşmaya kalkışacak, kendinizi bütün Arapların tek yaydan atacağı oklara hedef edeceksiniz. Oysa kendi toplumu O’nu sizden daha iyi bilir. Eğer O’da bir hayır, bir güzellik görmüş olsalardı ilk önce onlar sahip çıkardı. Siz kendi toplumunun bile içlerinden sürüp attığı, yalanladığı birine yardım etmeye, O’nu barındırmaya kalkıyorsunuz. Bu ne kötü bir görüştür.” Ortalığı derin bir sessizlik kaplar. Beyhara iyi bir demagogtur ve o gün çok etkili konuşmuştur. Söyledikleri son derece mantıklı görünen şeylerdir. Hiç kimseden tek bir itiraz sesi yükselmez. O da kendinden emin, zafer kazanmış bir komutan tavrıyla Hz. Muhammed’e döner:
“Hemen kalk kendi yerine dön! ALLAH’a yemin olsun ki eğer şu an benim kabilemin misafiri olmasaydın senin boynunu vururdum.” Ve Hz. Muhammed devesine binerken Beyhara devenin böğrünü mızrağı ile dürter. Ürken hayvan da Hz. Muhammed’i üzerinden düşürür. Bu üç senenin çabalarını Lale Bahtiyar çok güzel özetlemiştir:
“Peygamber için halkın O’nu kızgınlık ve öfke içinde itmesi ya da hakaret ve alçaltıcı sözlerine devam ederek geri çekilmesi hiç önem taşımıyordu. O, sadece başka bir yere koşup, başka bir grubun arasına karışır ve tekrar baştan başlardı. Hiç işitilmeden ve anlaşılmadan bir kez daha çirkin sözlere, iftiralara, hakaretlere ve küçümsenmeye maruz kalır ve yine başka bir yere gider ve söylemek zorunda olduğu şeylere yine baştan başlardı.”
Kızı Hz. Fatıma ise o yılları:
“Babamın sadece Ukaz fuarında, ALLAH’ın dinini insanlara anlatmak için, hakkı ve gerçeği duyurmak için çekmiş olduğu sıkıntı ve zorluk, gündüzlerin başına gelseydi geceye dönüştürürdü.”
Ve tam bu noktada ALLAH’ın o ünlü yasası devreye girer. Gecenin karanlığının en koyu olduğu an aslında şafağın sökmek üzere olduğu andır. Ya da, ALLAH’ın yardımı daima son anda gelir ama asla geç kalmaz. Ya da, aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır. Ya da:
“Kim ALLAH’a karşı saygılı olursa ALLAH ona bir çıkış yolu gösterir ve hiç hesaba katmadığı bir yerden onu rızıklandırır. Kim ALLAH’a güvenip dayanırsa O, kendisine yeter.” (Talak, 65:2-3)
Bir yıl boyunca uğraşıp uğraşıp ta hiçbir şey elde edememiş gibi görünen Hz. Muhammed aniden ve hiç tahmin edilemeyecek birilerinden kendisine bir umut ışığı yakıldığını görür. Mekke’ye Hacca gelmiş altı Medine’li, gariban çiftçiden…