Kendileri için yaşama koşullarının daha da ağırlaştığını gören Müslümanlar, tekrar Hz. Muhammed’den izin ister. Yeniden Habeş ülkesine göç başlar. Bu kez 100 kişiden de kalabalıktırlar. Ve başlarında Ebu Talib’in diğer Müslüman oğlu Cafer vardır. Çoğu aile, ilkinde olduğu gibi gizlenmeden açıkça göç eder. Bunlardan biri de Amir ve eşi Leyla’dır. Hz. Ömer’e akrabadırlar. Yolculuk hazırlıkları yaptıklarını duyan Hz. Ömer, meraklanır, kendilerini ziyaret eder. Leyla’ya künyesiyle seslenerek:
“Abdullah’ın annesi!” der. “Demek yolculuk var, öyle mi?” Bu kadarı Leyla’ya fazla gelir. Hz. Ömer’in niyeti aslında hiç de öyle olmamasına rağmen, Leyla, onun kendileriyle alay ettiğini düşünür. Sert biçimde:
“Evet! ALLAH’a yemin olsun ki zulmünüz canımıza yetti! Çıkıp gidiyoruz işte! Habeş ülkesine! Ve ALLAH’ın dilediği kadar bir süre de geri gelmemek üzere!” yaptıkları baskı ve terörün birçoğu akrabaları ve yakınları, sevdikleri olan insanları ne hale soktuğunu, insanlara sadece inançları yüzünden neleri reva gördüklerini hiç bu kadar açık ve somut bir biçimde görmemiştir Hz. Ömer… Karşısındaki insanlar sadece onların şerlerinden güvende olabilmek için doğup, büyüdükleri yurtlarını, baba ocaklarını terk etmeye hazırlanmaktadır. Ve düşünür Hz. Ömer, ne hakları vardır bunları yapmaya; ne hakları vardır insanları kendileri gibi inanmaya ve düşünmeye zorlamaya… Düşünür ve üzüntüsünden Amir’in kapı eşiğine boş bir çuval gibi çöker. Suçlu gözlerle bakar akrabası Leyla’ya ve sadece:
“ALLAH yardımcınız olsun” diyebilir. Kısık bir sesle.
O anlar Müslümanlar için en karanlık zamanlardan biridir. Ama o evrensel İlahi yasa da işlemeye başlamıştır: karanlığın en koyu olduğu an içinde şafağın ilk ışıklarının da gizlendiği andır. Şimdilik belki birkaç kişiyle sınırlı da olsa, Hz. Ömer gibi bazı insanlar kendilerini sorgulamaya başlamıştır. Yavaş yavaş vicdanı ölmemiş olan putperestler yaptıkları zulmün kendi vicdan duvarlarına dayandığını duyumsar olmuşlardır ve bunun arkası gelecektir.
Leyla, eve dönen eşi Amir’e olup biteni anlatır. Hz. Ömer’in halinden etkilendiğini, sanki onda İslam’a karşı bir yumuşama hissettiğini söyler. Aslında haklıdır. Kadın önsezisi Leyla’yı aldatmamıştır. Fakat Amir dinlemez bile. Çünkü Ömer o güne kadar Müslümanlara yaptıklarıyla öyle imaja sahip olmuştur ki… O nedenle Amir’de haklıdır:
“Hattab’ın eşeği Müslüman olur fakat o Ömer gene de olmaz!” der. Hattab, Ömer’in babasıdır. Amir’in mahçup olacağı günler de gelecektir.
Ama henüz değil…
Habeşistan kafilesinin ayrılmasıyla Mekke iyice Müslümanlardan boşalır. Yüzden fazla Müslüman Habeş ülkesine göçmüştür. Tahminen bir o kadarı da Mekke’de fakat dinlerini gizleyerek yaşamaktadır, yani maddi güç dengeleri açısından yok hükmündedir. Ve Hz. Muhammed’le beraber kalan Müslümanların sayısı kırktan bile daha azdır. Ve putperestler gemi azıya almış durumdadır. Çünkü Kureyş’i oluşturan hemen her aileden bir Habeş muhaciri çıkmıştır. Mekke’nin bütün evleri bu işten doğrudan etkilenir.
Ve Kureyş, onların gidişinden kısa bir süre sonra buna izin verdikleri için pişman olur. Hızla karşı hamleye geçilir. Habeşistan’a bir elçilik heyeti gönderilecek ve Müslümanlar rüşvetle geri getirilecektir. Sonra da artık her aile kendi işini görecek gerekirse kendi Müslümanını öldürerek bu işi kökünden temizleyecektir. Elçi heyetine Kureyş’in uzun yola dayanabilecek genç ve ağzı iyi laf yapan becerikli üyeleri seçilir. Bunlardan biri As oğlu Amr’dır. O başkan olur. Heyet nihayet Habeş ülkesine varır.
Kızıldeniz’in karşılıklı iki yakasını paylaşmakta olan Habeşistan’la Mekke’nin ticari bağları oldukça yoğundur. Birbirlerini iyi tanırlar. Dünyada Hıristiyanlığı ilk kabul eden ülke Habeşistan’dır. Dindar bir kralın yönetimindedir. Ve kralları, gençliğinde uzun dönem Arapların arasında esir kalmıştır. Arapçayı iyi bilir. Onların sosyal yaşamlarını ve dinlerini de.
Habeşistan’da en çok rağbet gören Mekke malı, tabaklanmış deridir. Mekke heyeti yanında bunlardan yükler dolusu götürmüştür. Krala ve üst düzey kişilere rüşvet olarak dağıtmak üzere. Akıllıca bir planları da vardır. Kralın huzuruna çıkmadan önce Habeş ileri gelenlerine bunlardan bol bol dağıtırlar. Tabii kralın huzurunda kendilerini desteklemeleri şartıyla…
Sonra en büyük pay kralın (Necaşi) önüne konur ve kendinden emin, büyükelçi Amr konuşmaya başlar:
“Hükümdar hazretleri!” der, “bizim ülkemizden bazı akılsızlar size sığınmış bulunuyor! Bunlar, kendi toplumlarının dininden ayrılmış ve senin dinine de girmemişlerdir. Hiç kimsenin bilmediği yeni bir din icad ettiler. Ve onların babaları, amcaları olan Kureyş’in uluları da bizi sana gönderdiler ki onları bize iade edesin.” Amr’ın sözleri bitince, plan gereği, Necaşi’nin saray eliti devreye girer. Hep bir ağızdan:
“Bu adamlar doğru söylüyor” derler. “Kendi toplumları Müslüman denen bu insanları şüphesiz daha iyi tanır. Onları bu elçilere teslim edelim, alıp ülkelerine götürsünler.” Necaşi işin aceleye getirilmek istenmesine kızar, bir şeyler döndüğünden şüphelenir:
“Hayır!” der, “ALLAH’a yemin olsun ki gelip ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih ederek korumama girmiş bir topluluğu kendilerine söz hakkı tanımadan hiçbir yere göndermem hiç kimseye tercih etmem.” Sonra Müslümanları çağırtır. Necaşi’nin çağrısını duyan Müslümanlar hızla bir durum değerlendirmesi yapar ve onun huzuruna çıkınca:
“Ancak doğru bildiklerimizi ve ALLAH’ın Elçi’sinden öğrendiklerimizi söyleyeceğiz” derler, “hem de sözü hiç eğip, bükmeden. Bedeli her ne olursa olsun.” Bu, tehlike karşısında da Müslüman kalabilmenin, hiçbir nedenle İslam’ın onlara öğrettiği ahlaktan taviz vermemenin sınavıdır. Ve ellerinde Kur’an sayfaları olduğu halde çıkarlar, Necaşi’nin huzuruna.
Necaşi:
“Bu, kendisi yüzünden kendi toplumunuzu terk ettiğiniz ve başka bir dini de kabul etmediğiniz din nasıl bir dindir?” der, kestirmeden. Öne çıkan Cafer olur:
“Hükümdar!” der, “biz cahil bir toplum idik. Putlara tapar, leş yer, güçlüler zayıfları ezer, her kötülüğü işlerdik. Sonra yüce ALLAH, bize kendi içimizden soyunu bildiğimiz, doğru sözlü, güvenilir bir peygamber gönderdi. O, bize taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapmamızı yasaklayarak bizi ALLAH’ın birliğine ve sadece O’na tapmaya çağırdı. Bize doğru konuşmayı, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşuya iyi davranmayı; haramlardan, haksız yere kan dökmekten, yalan söylemekten, yetim malına el uzatmaktan, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi yasakladı. Bize namazı, zekâtı ve orucu öğretti. Biz de bütün bunları kabul ve O’na iman ettik. Fakat kabilemiz üzerimize yürüdü, yeniden putlara tapmamız ve eski kötülüklere dönmemiz için bize her türlü baskıyı, işkenceyi reva gördü. En sonunda onların zulümlerine dayanamadık ve senin ülkene sığınmak zorunda kaldık.
Hükümdar! Biz seni başkalarına tercih ettik, sana sığındık. Senin yanında olduğumuz sürece hiçbir haksızlığa uğratılmayacağımıza inanıyoruz.” Cafer sözünü bitirdiğinde derin bir sessizlik olur. Herkes etkilenmiştir. Sessizliği Necaşi bozar:
“Yanında size ALLAH tarafından indirilmiş olan ayetlerden bir şey var mı?” Cafer:
“Evet!” deyince, Necaşi:
“Oku öyleyse” der ve Cafer Meryem suresini başından 35. ayetine kadar okur. Necaşi okunanları ilk kez duymaktadır ve canından çok sevdiği İsa’sı ile onun anası Meryem’in öyküsünün hiç bu kadar güzel bir anlatımını dinlememiştir. Hem dinler, hem ağlar, ta ki Cafer:
“Yüce olan ALLAH şüphesiz ki en doğruyu söylemiştir” deyip okumayı bitirinceye kadar. Onunla beraber Habeş kilisesinin rahipleri de ağlar. Gözyaşları sakallarını ıslatır. Ve o günkü görüşmeler Necaşi’nin sözleriyle son bulur. Mekke heyetine dönerek kesin bir tavırla:
“Muhakkak ki, bu kelimeler Musa’nın ve İsa’nın kandili ile aynı kaynaktan besleniyor. Aynı ışığı yayıyor. Bu insanları ne size teslim ederim ne de onlar için bir kötülük düşünürüm. Gidin artık!” Müslümanlar mutlu, putperestler hayal kırıklığı içinde Necaşi’nin huzurundan ayrılır.
O gece Müslümanlar sevinçli, putperestler ise üzgün ve kızgındır. Büyükelçi Amr’ın gözü dönmüştür:
“Yemin olsun ki” der, “yarın o Müslümanlara öyle bir tuzak kuracağım ki onların köklerini kazıyacağım!” Amr, tehlikeli ve her çeşit kötülüğe, ihanete açık, hiçbir ahlaki kaygısı olmayan biridir. Onu iyi tanıyan arkadaşları bile ürperir:
“İnsafı elden bırakma” derler, “ne de olsa bu insanlar, yakınlarımız ve akrabalarımızdır” fakat Amr’ın gözü dönmüştür:
“Yarın” der, “Necaşi’ye öyle bir şey söyleyeceğim ki, herkes şaşıracak!” Amr’ın hali yanındakileri bile ürkütür.
Ve yarın olur. Necaşi’nin huzurunda yeniden bir araya gelinilir. Amr, saygıyla bir adım öne çıkar:
“Yüce Hükümdar!” diyerek girer sözeve Müslümanları göstererek: “bunlar Meryem oğlu İsa hakkında çok kötü bir şey söylüyorlar.” Necaşi’nin kaşları çatılır, Müslümanlara bakarak:
“Ne diyorlarmış” diye sorar. Amr, kendince taşı gediğine yerleştirir:
“Kendilerine sor da cesaretleri varsa söylesinler!” Bakışlar Cafer’e döner. Müslümanlar dün aldıkları kararda sabittir. Bedeli ne olursa olsun eğip, bükmeden doğru bildiklerini söylemek. Cafer, başı dik ve kendinden emin bir sesle cevap verir:
“Biz Meryem oğlu İsa hakkında Rabbimizin ve O’nun Elçisi’nin bize öğrettiklerini söylüyoruz. O, ALLAH’ın kulu, elçisi, ruhu ve kendini ALLAH’a adamış olan annesi bakire Meryem’e yerleştirdiği kelimesidir.” Cevabı bu kadar olur, Cafer’in. Şimdi bütün nefesler tutulmuş, bütün bakışlar Necaşi’ye kilitlenmiş, onun ne söyleyeceği beklenmektedir. Necaşi yavaşça eğilir yerden bir çöp alır ve Cafer’e yönelerek:
“ALLAH’a yemin olsun ki” der, “İsa hakkında senin söylediğin ile gerçek arasında şu çöp parçası kadar bile bir fark yoktur!” Habeş eliti homurdanır. Aldıkları rüşvetin elden çıkma tehlikesi belirmiştir. Kumandanlar söylenmeye başlar. Ama Necaşi tavizsizdir:
“Siz homurdansanız bile” der, “gerçek olan budur.” Sonra Cafer’e ve Müslümanlara döner:
“Gidin” der, “ALLAH’a yemin olsun ki artık benim ülkemde güven içinde olacaksınız. Size söven ve sizi inciten kim olursa olsun karşısında beni bulacak ve ceza görecektir. Ben sizin eziyet görmeniz karşılığında bir dağ dolusu altını bile kabul etmem.” Sonra eliyle Kureyş elçilerini göstererek:
“Şunların hediyelerini de iade edin” der. “Benim onlara ihtiyacım yoktur. Hem ALLAH bana bu mülkü ve saltanatı verirken benden rüşvet mi aldı ki ben şimdi O’nun kullarını korumak için rüşvet kabul edeyim.”
Kureyş, Necaşi’nin huzurundan ayrılır. Müslümanlar ise yıllarca Habeş ülkesinde kalırlar. Huzur ve güven içinde. Rahatça dinlerini yaşayarak ve anlatarak. Hz. Muhammed’in ve Mekke’deki Müslümanların Medine’ye hicretlerinden sonra parça parça onlar da tekrar yola düşer ve Medine’ye Peygamberlerine kavuşurlar. Ve onların Habeş ülkesinde yaptıkları tebliğin sonucu olarak 20 Habeşli takip eden yıllarda Mekke’ye Hz. Muhammed’i ziyarete gidecek ve orada O’nun eliyle Müslüman olacaktır.