İşkence ve terör tüm hızıyla devam ederken bunların her tip insan için yeterli olamayacağını düşünen putperestler, başka taktikleri de devreye sokarlar. İlk önce Hz. Muhammed’in Kur’an’ı başkalarından öğrendiği iddiası ortaya atılır. Bu, “başkaları”, Mekke’de demircilik yapan Bizanslı bir hristiyan köledir. Zihinler, bulandırılmaya çalışılır. Çamur atılır, tutmasa da izi kalsın istenir. Kur’an, onların bu tür iftiralarını kayda geçer:

“Sonra O’dan yüz çevirdiler ve:’Bu, öğretilmiş bir delidir’dediler.” (Duhan, 44:14)

“Şüphesiz Biz onların: ‘Onu bir insan öğretiyor.’dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancıdır. (Arapça değildir) Bu ise apaçık Arapça bir dildir!” (Nahl,16:103) aslında Kur’an’ın verdiği cevap, sorunu kökünden halleder niteliktedir. Evet, yarım yamalak Arapça bilen bir köle nasıl Kur’an gibi bir kitabın kaynağı olabilir. Üstelik Mekke’deki hristiyanlar, hizmetçilik yapan cahil insanlardı ve bunlar Kur’an’ın içerdiği uzak geçmişe dair doğru ve detay bilgilere (örneğin, Antik Mısır’la ilgili, 20.yy.a kadar bilinmeyen bilgilere) gelecekle ilgili tespitlere ve yüzlerce bilimsel/olgusal detaya nasıl vakıf olabilirlerdi? Ve Tevrat’ın ilk Arapça çevirisi, ancak 718’de yapıldığı göz önünde tutulduğunda! Yani Hz. Muhammed’in vefatından 86 sene sonra…

Aslında bu konuda bile düşünce birliğine sahip değildirler. Putperestlerin içinde önemli bir topluluk, 40 sene “el-Emin” diye bildikleri bir insanın bir anda sabah-akşam hiç dinlenmeden yalan söyleyen birine dönüşemeyeceğini kabul eder fakat iman edemezler. Bu durumda ara bir yol olarak Hz. Muhammed’in peygamberlik iddiasında samimi fakat aldatılmış olduğunu ileri sürerler. Kur’an, buna da yer verir:

“Onların söylediğinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler, ALLAH’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” (En’am, 6:33) yani onların bir çoğu, öldükten sonra dirilme ve öte dünya gibi gerçekleri olanaksız gördükleri için doğrudan ALLAH’ı inkar ediyor ve Hz. Muhammed’in de bir ruh hastası olduğunu ve vahiy zannettiği sanrılar yaşadığını düşünüyordu. O’nun bir ruh hastası olduğu iddiasının en güzel cevabı yine O’nun kendi yaşamı ve tarihte bıraktığı izidir.

Bilgi ve zekâsına çok güvenen bazı putperestler ise Hz. Muhammed’in aslında mantıklı ve sağduyu sahibi bir insan olduğunu ve tartışılarak ikna edilebileceğini düşünür. Ayrıca bir insan için düşünülebilecek en büyük maddi nimetleri de kendi rızalarıyla O’nun ayaklarına sermeyi kararlaştırırlar. Üstü kapalı bir rüşvettir bu… Ama çok büyük bir rüşvet. Ve Kureyş adına elçilik görevini Rebia oğlu Utbe üstlenir. Kureyş aristokrasisi Mekke’nin hükümet konağı olan Dar’un Nedve’de toplanır. Amaç Hz. Muhammed problemini kesin olarak ortadan kaldırmaktır. Bu kez tatlılıkla halletmeye çalışırlar. Temsilci seçilen Utbe, Hz. Muhammed’i ziyaret eder:

“Muhammed!” der, “Sen mi daha akıllısın yoksa deden Abdülmuttalib mi?” bu soruyla Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib’in de kendileri gibi bir putperest olduğunu ima eder ve Hz. Muhammed’i köşeye sıkıştırmaya çalışır. Çünkü o dönemin en önemli dogmalarından biri atalar kültüdür ve birinin kendisini atalarından üstün göstermeye kalkışması aklın alacağı bir şey değildir. Hz. Muhammed, Utbe’nin sorusuna susarak cevap verir. Utbe soruyu yineler:

“Sen mi akıllısın baban Abdullah mı?” aynı taktik bir kez daha tekrarlanır. Hz. Muhammed yine suskun kalır. Utbe, O’nun bu halini kendi adına bir başarı sayar ve yüklenir:

“Eğer onlar senden daha akıllı iseler bil ki onlar senin ayıpladığın tanrılara tapmışlardı. Yok, eğer sen daha akıllı isen, seni dinleyelim. ALLAH’a yemin olsun ki hiç kimse kendi toplumuna senin kadar uğursuz ve zararlı olmamıştır. Aramıza ikilik soktun, işimizi alt-üst bizi darmadağın ettin. Kureyş’i Araplar içinde alay konusu yaptın. Bugün bütün kabileler, ‘Kureyş içinde bir büyücü, bir kâhin çıkmış’ diyerek bizimle alay ediyorlar. Neredeyse kılıçları çekip, birbirimizin kökünü kazıyacak hale geldik. Bre adam! Sen ne istiyorsun? Eğer istediğin mal ve paraysa, seni Kureyş’in en zengini yapıncaya kadar aramızda mal toplayalım. Eğer istediğin bize baş olmak ise, bayraklarımızı senin için bağlayalım ölünceye kadar bizim yöneticimiz ol. Eğer kadın istiyorsan evli ya da bakire, söyle her istediğin kadını sana alalım. Eğer cinler tarafından tutulmuşsan, mallarımızı seni iyileştirmek için harcayalım. Develerin gidebileceği her yere kadar gidip, en iyi cincilere seni okutalım.”

Utbe heyecandan nefes nefese kalmıştır ve yaptığı göz kamaştırıcı teklifler ile başarılı kınamanın Muhammed’i etkilediğinden emindir. Hz. Muhammed, her zamanki sükûneti içerisinde sorar:

“Söyleyeceklerin bitti mi?” Utbe, O’nda hiçbir etkilenme belirtisi olmadığını fark eder ve şaşkın bir biçimde:

“Evet!” der. Hz. Muhammed, Kur’an okumaya başlar:

“Ha. Mim. (Bu sure) Rahman ve Rahim olan (ALLAH) katından indirilmiştir. Ayetleri bilen bir topluluk için Arapça bir Kur’an olarak açıklanmış bir Kitap’tır. (Bu Kitap) müjdeleyici ve uyarıcıdır. Onların çoğu yüz çevirmiştir artık dinlemezler. Ve dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. O halde sen (istediğini) yap. Çünkü biz de yapıyoruz.’De ki : ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin. O’dan bağışlanmanızı dileyin. Ortak koşanların vay haline!’ Onlar zekâtı vermezler. Ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip İslam’ı yaşayanlar için başa kakılmayan bir ödül vardır. De ki: ‘Gerçekten siz yeri iki dönemde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz. O, Âlemlerin Rabbi’dir. O, yeryüzüne üstünden sabit dağlar yerleştirdi, orada bereketler yarattı ve orada tam dört dönemde (yeryüzünün) gıdalarını takdir etti. Bu, soranlar için bir açıklamadır. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: ‘İsteyerek ya da istemeyerek gelin.’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik.’ dediler. Böylece onları iki dönemde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz yakın semayı kandillerle donattık ve (bozulmaktan da) koruduk. İşte bu Aziz (her şeyden üstün ve güçlü) ve Alim (her şeyi bilen) ALLAH’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘İşte sizi Ad ve Semud’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyarıyorum.’”(Fussilet, 41:1-13)

Son cümleden sonra Utbe Kur’an’ı dinlemeye daha fazla dayanamaz. Eliyle Hz. Muhammed’in ağzını kapatır:

“ALLAH aşkına sus!” der. Sonra da evine kapanır ve dışarı çıkmaz. Olup bitenler Mekke egemenlerinde derin bir şok meydana getirir. Muhammed’i kazanalım derlerken Utbe’den de olma tehlikesi belirmiştir. Ve Utbe’yi geri kazanmanın derdine düşerler. Bunun için de Ebu Cehil devreye girer. Utbe’nin yakınıdır ve ona nasıl yaklaşılacağını, zayıf tarafının neresi olduğunu iyi bilir:

“Kureyşliler” der, “zannederim Muhammed, Utbe’yi de yoldan çıkardı. Her halde Muhammed’in yemeği ona tatlı geldi. Kalkın ona gidelim!” Ebu Cehil önde, Utbe’nin evine giderler. Sözü yine Ebu Cehil alır ve Utbe’yi en zayıf yerinden, gururundan yakalar:

“Biz sana Muhammed’in dinine girdiğini düşündüğümüz için geldik ve seni tekrar eski dininde görmek için dilediğin kadar mal vermeyi teklif ediyoruz!” Ebu Cehil, yaptığı teklifin Utbe üzerinde neden olacağı etkiyi bildiği için bıyık altından gülmektedir. Taktik başarılı olur. Utbe, kızgınlıkla yerinden fırlar:

“Siz kim oluyorsunuz ki” der, “bana mal teklif ediyorsunuz. Siz benim Kureyş’in en zengini olduğumu bilmiyor musunuz? Ben O’na gittim ve yapılabilecek bütün teklifleri yaptım. Fakat O bana öyle bir şeyle cevap verdi ki o şey ne sihir ne şiir ne de kehanetti. ‘Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘İşte sizi Ad ve Semud’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyarıyorum.’ şeklinde bir şey okudu. Doğrusu ben korktum ve ağzını tutup, ‘ALLAH aşkına sus!’ dedim. Çünkü siz de bilirsiniz ki Muhammed, bir şey söylediği zaman yalan konuşmaz. Gerçekten başınıza bir azap geleceğinden korktum.

Kureyşliler! Beni bugün dinleyin ve bundan sonra da isterseniz bir daha hiç dinlemeyin! Bu adamı kendi haline bırakın ve ondan uzak durun. Çünkü kesin olarak O bu davadan vazgeçmeyecek. Onu, diğer Araplarla baş başa bırakın. Eğer O, onları yenerse bu sizin de zaferiniz olur. Eğer Araplar O’nu yenerse, hiçbirinizin burnu bile kanamadan ondan kurtulmuş olursunuz!” Utbe, inançsız fakat olağanüstü zeki biridir. Ne var ki bu mantıklı teklif Kureyş aristokrasisinin hoşuna gitmez. Yanından ayrılırlarken:

“Utbe!” derler, “Anlaşılan sen de O’nun dinine girdin!”

Bu olayda önemli bir nokta vardır. Hz. Muhammed kendisine yapılan göz alıcı teklifleri reddederken, pragmatist biçimde düşünmediğini, siyasi iktidarı bir şekilde ele geçirip sonra ona dayanarak toplumun dinini değiştirmeyi tercih etmediğini de ortaya koymuş olur. O’na göre en önemli konu siyaset ve onun kurumları değil ALLAH’ın varlığının ve birliğinin herkes tarafından kabul edilmesi O’nun dininin herkes tarafından yaşanır hale gelmesidir. Çünkü bilir ki bunlar başarıldığı takdirde gerisi kendiliğinden gelecektir. Ve bu arada Müslüman için olmazsa olmaz olan ahlaki hassasiyet korunmuş, hiç kimse aldatılmamış olacaktır.