Hayatında iken cennetle müjdelenen 10 sahabiden birisi de Hz. Sa’d bin Ebî Vak­kas’tır (r.a.). Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla Müslüman oldu. Müslümanların yedincisiydi. O sırada 19 yaşında cevval bir delikanlıydı. Anne tarafından Pey­gamberimizin ﷺ akrabası oluyordu. Peygamberimiz, “İşte benim dayım Sa’d. Böyle bir dayısı olan var mı?” diyerek ona iltifatta bulunurdu.

Hz. Sa’d, İslam’a bütün kalbiyle inanmış, emirlerine canla başla sarılmıştı. Tam bir iman eri ve bir İslam fedaisiydi. Fakat onun Müslüman olması, namaz kılması, Peygamberimize gönül verip onun sevgisini her şeyden üstün tutması, ona bağlılığı, annesini rahatsız etti. Oğlunu karşısına aldı. Dininden vazgeçme­sini istedi. Fakat ikna edemeyince başka bir çareye başvurdu. Hz. Sa’d’ı en za­yıf noktadan yakaladı:

“Allah’ın, hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne ve babaya karşı iyi davran­mayı emrettiğini söyleyen sen değil misin?” dedi. Hz. Sa’d:

“Evet, Allah biz Müslümanlara bunu emrediyor.” cevabını verdi.

Annesi bu cevap karşısında ümitlendi. Evde bulunan bir putun yanına vardı. Okşayıp sevmeye başladı. Sonra da putlar adına yemin ederek:

“Sa’d, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben ne bir şey yerim, ne de içerim!” dedi. Sonra da putun arkasına geçip oturdu. Ne yemek yedi, ne de bir şey içti. Bu hâl birkaç gün devam etti.

Hz. Sa’d, annesine karşı son derece bağlıydı. Saygıda kusur etmezdi. Zaten annesi de bunu bildiği için böyle bir bahaneye yönelmişti. Böylece oğlunu İslamiyet’ten vazgeçireceğini ümit ediyordu. Fakat umduğunu bulamadı. Tam ak­siyle karşılaştı. Birkaç gün sonra ondan şu kararlı cevabı aldı:

“Vallahi anne iyi bil ki, 100 tane canın olsa, birer birer çıksa, ben yine dinim­den dönmem! Artık sen bilirsin. İster ye, ister yeme.”

Hz. Sa’d’ın bu kararlı tutumu karşısında çaresiz kalan müşrik kadın, açlık gre­vinden vazgeçti.[1]

Bu hadise üzerine, “Allah’a isyan” hususunda anne baba da olsa kula itaat edil­me­ye­ceğini açıklayan Ankebût Sûresi’nin 8. âyet-i kerimesi nazil oldu: “Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilah olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zor­layacak olurlarsa onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.”

Bu hadisenin üzerinden çok geçmedi. Hz. Sa’d’ın kardeşi Âmir de Müslüman oldu. Böylece Sa’d’ın annesinin “derdi” bir iken iki olmuştu. Aynı usulü Âmir için de uyguladı. İslamiyet’ten vazgeçinceye kadar ağaç altında gölgelenmemeye, bir şey yiyip içmemeye yemin etti. Fakat yine bir netice alamadı.

Hz. Sa’d’ın karşısında olan sadece annesi değildi, bütün müşriklerdi. O sıra­da Mekke müşrikleri, sayıları çok az olan Müslümanlara işkence ediyorlar, çe­şitli hakarette bulunuyorlardı. Öyle ki, rahatça ibadet etmelerine dahi müsaade etmiyorlardı. Bu sebeple Hz. Sa’d, Sâid bin Zeyd (r.a.), Habbâb bin Eret (r.a.) ve Ammar bin Yâsir ile (r.a.), ibadetlerini yapabilmek için Ebû Lüb Vadisi’ne gitti­ler. Abdest alıp namaz kılmaya başladıkları bir sırada müşriklerden bir grup, onları gördü ve yanlarına geldi. Onlarla alay etmeye, yaptıkları ibadetin manasız olduğunu söylemeye başladılar. Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) daha fazla dayana­madı. Eline geçirdiği bir deve kemiğiyle onları uzaklaştırmaya çalıştı. Birinin kafasını kanattı. Diğer sahabiler de harekete geçince müşrikler kaçışmaya baş­ladı. Böylece Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan akıtan sahabi” olma şerefini kazan­dı.[2]

“Allah yolunda ilk ok atma” faziletinin de sahibi olan Hz. Sa’d, aynı zamanda İslam’ın kahraman bir mücahidiydi. Allah yolunda savaşmaya can atıyordu. Be­dir Savaşı’nda müşriklere kan kusturdu. Uhud Savaşı’nın en tehlikeli zamanında Peygamberimizin etrafında etten bir sur ören sahabilerden birisi de oydu. Pey­gamberimiz, Hz. Sa’d’ın düşmana karşı verdiği cansiperane mücadele karşısın­da elindeki okları ona veriyor, bir yandan da:

“At Sa’d, at! Annem babam sana feda olsun!” buyurarak ona iltifatta bulunuyordu.[3]Peygamberimiz daha önce bu sözleri hiç kimseye söylememişti.

Re­sû­lul­lah ﷺ aynı gün onun için:

“Allah’ım, onun attığını isabet ettir, duasını da kabul buyur!” diye dua etti.[4]

Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katılan Hz. Sa’d, Veda Haccı için Mekke’ye gitmişti. Orada hastalanıp yatağa düştü. Re­sû­lul­lah ﷺ bu mümtaz sahabiyi ziyaret etti. Hz. Sa’d:

“Yâ Re­sû­lal­lah, gördüğünüz gibi hastalığım ağırlaştı. Benim çok servetim var. Kızımdan başka da mirasçım yok. Serveti­min tamamını vasiyet edeyim mi?” dedi.

Peygamberimiz buna müsaade etmedi. Ancak üçte birini vasiyet etmesine razı oldu. Sonra da şöyle buyurdu:

“Üçte biri olur. O da az sayılmaz. Senin ma­lından verdiğin, sadakadır. Ama çoluk çocuğuna verdiğin şey de sadakadır. Ha­nımının senin malından yediği miktar da sadakadır. Şüphesiz ki aileni hayırla bırakman, onları başkalarına el açarken bırakmandan daha iyidir.”

Bu konuşmadan sonra Hz. Sa’d:

“Yâ Re­sû­lal­lah, siz Medine’ye döneceksiniz de, ben burada ölüp sizden geriye mi kalacağım?!” diye üzüntüsünü bildirdi.

Peygamberimiz, onun bu hassasiyetinden müteessir oldu. Üzülmemesini, ileri­de İslamiyet’e büyük hizmetlerde bulunacağını, birçok kavmin kendisi vası­tasıyla İslam’la müşerref olacağını müjdeledi. Sonra da şöyle dua etti:

“Yâ Rab, Sa’d’a şifa ver! Yâ Rab, Sa’d’a şifa ver! Yâ Rab, Ashâbımın Mek­ke’den Medine’ye dönüşünü tamamla!”[5]

Gerçekten de Hz. Sa’d, o ağır hastalıktan kurtuldu. Hz. Ömer zamanında ordu kumandanlığına tayin edildi. Pek çok fetihte bulundu. Birçok insanın Müs­lüman olmasında büyük hizmetleri oldu…

Hz. Sa’d, Allah’ın rızasına ermiş ve onun has kulları arasında bulunma mev­kiine kavuşmuş bahtiyarlardandı. Bir defasında Peygamberimiz ﷺ mescitte otururken:

“Allah’ım, bu kapıdan Senin onu, onun da Seni sevdiği biri içe­ri girsin!” diye dua etmişti.

Çok geçmeden içeriye Hz. Sa’d girdi.[6]Bu müjdeli ha­ber o yüce sahabi için dünyalardan üstün bir mahiyet taşıyordu.

Sa’d (r.a.), Re­sû­lul­lah’ı candan sever, ona bir zarar gelmemesi için elinden ge­len gayreti gösterirdi. Hicret’in ilk günleriydi… Medine’deki Yahudiler, Peygam­berimizin ha­yatına kastedebilirlerdi. Böyle bir zamanda Hz. Sa’d, kılıcını kuşa­narak Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gitti. Bu hâlini gören Peygamberimiz sordu:

“Neyin var ya Sa’d?”

“Yâ Re­sû­lal­lah, içime bir korku düştü. Size bir zarar gelmesinden endişe et­tim! Bunun için sizi korumaya geldim.”

Peygamberimiz, onun bu hareketinden memnun oldu. Kendisine duada bu­lundu.[7]

Hz. Sa’d’ın müşrik kardeşi, Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin mübarek yüzünü yaralamıştı. Hz. Sa’d buna çok kızdı:

“Utbe! Eğer elime düşersen, vallahi kanını su gibi akıtırım!” diye bağırdı.

Re­sû­lul­lah’ın vefatına kadar ona hizmette bulunan, onun yanından ayrılma­yan Hz. Sa’d, Peygamberimizin vefatına çok üzüldü.

Diğer sahabiler gibi, İslamiyet’in muhtaç gönüllere ulaşması hususunda üze­rine düşeni fazlasıyla yerine getirdi.

Hz. Sa’d, ordu sevk ve idaresini çok iyi bilen birisiydi. Onun bu liyakatini bil­diğinden Hz. Ömer onu İran’ın fethi için hazırlanan ordunun başına kumandan olarak tayin etti. Ordu sefere çıkmadan önce de Hz. Sa’d’a şu nasihatte bulun­du:

“Ey Sa’d! Re­sû­lul­lah’ın dayısı ve arkadaşı olman seni gururlandırmasın, Al­lah’ın emrine uymaktan alıkoymasın. Allah kötülüğü kötülükle değil, iyilikle giderir. İnsanların hepsi eşittir. Allah onların Rabb’idir, onlar da Allah’ın kulu­dur. İnsanlar itaat ederek, O’nun katındaki nimetlere kavuşurlar. Aramızdan ay­rılıncaya kadar Re­sû­lul­lah’tan gördüklerini hatırla, onları yapmaya çalış. Çün­kü kurtuluş yolu ondadır.

“Vazifen zordur. Doğruluktan başka hiçbir şey seni kurtaramaz. Kendini ve emrin altında bulunanlan iyiliğe alıştır. İşe iyilikle başla. Âdet hâline gelen her şeyin bir başlangıcı vardır. Dikkatli ol. Her hayrın başı sabırdır. Başına gelen bela ve musibetlere karşı sabrı elden bırakma. Sabır sana Allah’tan korkmayı öğretir. Allah korkusu iki esasta toplanır: Biri Allah’a itaat, diğeri günahlardan kaçınma… Dünyanın fâni yüzüne ehemmiyet vermeyip ahireti arzu ederek Al­lah’a itaat eden, gerçekten Allah’a itaat etmiş olur. Kalpler hakikat hazineleri­dir.”

Hz. Sa’d, Hz. Ömer’in bu kıymetli nasihatlerini dinledikten sonra harekete geçti. Yorucu bir yolculuktan sonra İran topraklarına girdiler. Hz. Sa’d, İranlıları barışa ve İslam’a davet etmeden savaşmak istemiyordu. Bu maksatla, Arap kabi­lelerinin reislerinden ve bazı ileri gelen sahabilerden kurulmuş bir heyet seçe­rek İran şahına gönderdi.

O sıralar Sasanilerin başşehri Medâyin’di. Elçiler doğrudan Medâyin’e gitti­ler. Halk onları görmek için yollara dökülmüştü. Murahhas heyettekilerin görünüşleri mütevaziydi. Yanlarında silah yoktu, atları da eğersizdi. Fakat simala­rında İslam’ın verdiği asa­let ve heybet açıkça görülüyordu. Vakur bir eda, cesur bir tavır ile, İran topraklarında ilerliyorlar, atları Sasani topraklarını çiğniyor­du.

İran Şahı Yezdügerd, atların ayak sesini duydu. Patırtının ne olduğunu yanın­dakilere sordu. Müslümanlardan bir heyetin geldiğini söylediler.

Gösterişe ve tantanaya çok ehemmiyet veren şah, sarayın heybetli ve şaşaalı manzaralara bürünmesini emretti. Kısa zamanda her taraf göz kamaştıncı bir hâle getirildi. Hazırlık merasimi bittikten sonra İslam heyeti kabul edildi.

Heyet, gösteriş ve debdebeye aldırış etmeden, sırtlarında geniş cübbeleri, başlarında sarıkları, ellerinde kırbaçları ve ayaklarında çizmeleriyle saraya gir­diler. Müslümanları böyle sade bir kıyafet içerisinde gören Yezdügerd şaşırdı. Müslümanların sert tavırları, celalli hareketleri, şahı iyice şaşkına çevirdi.

İranlılar her hareketten bir mana çıkarırlardı. Her şeyde uğur veya uğursuz­luk ararlardı. Yezdügerd, heyete birkaç sual sordu:

“Elbise kumaşına Arapça ne denir?”

Heyetten “bürd” cevabını aldı. Şah, keli­meyi duyar duymaz “Çehan bürd!” dedi. Bu kelimeden “Müslümanların bütün ci­hanı fethedecekleri” manasını çıkardı. Yezdügerd, Müslümanlara ellerindeki kırbacı göstererek:

“Buna Arapça ne denir?” diye sordu.

“Sevt” cevabını aldı. Yezdügerd bundan da değişik bir mana çıkardı. “Sevti,” “sûht” anladı. “Pars sûht” kelimelerini söyledi. Bu cümle “İran’a ateş saldılar.” manasındaydı.

Şahın etrafındakiler bu çirkin tevillerden ve uğursuz manalardan sıkılmışlar­dı. Fakat itiraz edebilecek cesareti de kendilerinde bulamıyorlardı.

Yezdügerd daha sonra heyete geliş sebeplerini sordu. Heyet başkanı Nûman bin Mukarrin (r.a.) önce İslam’ın esaslarını güzel bir şekilde anlattı, sonra da, “İslam’ı kabul ermediğiniz takdirde iki teklifimiz var: Ya cizye verirsiniz ya da savaşa razı olursu­nuz!”

Barışa ve İslam’ı kabul etmeye yanaşmayan Yezdügerd üstten konuşuyor, kendi haşmet ve büyüklüğüne toz kondurmuyordu:

“Bütün milletlerin en fakiri ve perişanı olduğunuzu ne çabuk unuttunuz?! Kendi ara­nızda isyan çıkardığınız zaman, size komşu olan valilerimizi gönde­rir, sizi itaatkâr du­ruma getirirdik. Hangi düşünceyle bize bu teklifi getirdi­niz?!”

Heyet, şahın bu gururlu sözlerini gayet sakin bir şekilde dinledi. Sonra Mugîre bin Zerare ileri atıldı. Arkadaşlarını göstererek şu veciz konuşmayı yaptı:

“Bu heyetin hepsi birer kabile reisidir. Onlar gereken sözleri söylediler. Fa­kat söylenmesi icap ettiği hâlde söylenmeyen bazı şeyler var, ben onları ifade edeceğim. Bizim eskiden fakir olduğumuz, yanlış yolda bulunduğumuz doğru­dur. Biz birbirimizle mücadele ederdik. Kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Nihayet Cenâb-ı Hak bize bir peygamber gönderdi. Önce ona itiraz et­tik, reddettik, isyan ettik. Sonuçta o muzaffer oldu. Peygamberimiz ne yapsa Allah’ın emrine uygun yapardı. Bize bu dini dünyaya tanıtmamızı o emretti. Kabul edenlere kardeş muamelesi yapmamızı söyledi. Reddedenlere, şayet ciz­ye vermeye razı olurlarsa ehl-i zimmet nazarıyla bakmamızı tavsiye etti. Bu iki tekliften birisini kabul etmeyenlere karşı artık aramızdaki hakem, kılıçtır!”

Bu sözler Yezdügerd’i çileden çıkardı:

“Elçileri öldürmeye cevaz olsaydı, hiçbiriniz kılıçtan yakasını kurtaramazdı!” diye söylendi. Sonra da toprak dolu bir sepet istedi. Sepet getirildiğinde, heyet içerisindeki en itibarlı kimseyi sordu. Âsım bin Amr’ı gösterdiler. Saray erkânı, toprak dolu sepeti bir hakaret alameti sayarak Asım’ın başına koydular. Asım oradan dönüşte hadiseyi Sa’d bin Ebî Vakkas’a (r.a.) anlattı, sonra da bu hareketi şöyle yorumladı:

“Ya Sa’d, zaferimizi tebrik ederim! Düşman, topraklarını bize teslim etti…”

Hz. Sa’d, İslam’a göre savaştan önce yapılması gerekeni yapmış, düşmanı üç şeyden birini seçmeye davet etmişti. Mağrur şah, bu üç şıktan “savaş”ı tercih et­mişti. Artık şaha haddini bildirmek gerekiyordu. Hemen kumandanları topladı, onlarla istişarede bulundu. Savaş taktiklerini müzakere etti. Daha sonra hafız­lara cihatla ilgili bir sûre olan Enfal Sûresi’ni okumalarını emretti.

Bülbül sesli hafızlar emri yerine getirdiler. Bir yandan kendileri okuyor, bir yandan da mücahitlere öğretiyorlardı. Karargâhta manevi bir hava teşekkül et­mişti. Mücahitler bir an önce cihat meydanına atılmak, mağrur İran ordusunu zirüzeber etmek için sabırsızlanıyorlardı.

Beklenen an geldiğinde Hz. Sa’d, mücahitlere hitaben bir konuşma yaptı. Al­lah’a hamd ve senadan sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Siz dünyada zühd ve takva ile çalışır, ahiret saadetini arzularsanız, Allah si­ze hem dünya hem de ahiret saadetini lütfeder. İyi biliniz ki, savaş hiç kimseye ecelini yaklaştırmaz. Sizler birlikte hareket ediniz. Dağılırsanız, kendinizi az ve zayıf görürseniz mağlup olursunuz. Böylece ahiretinizi de tehlikeye atmış olursunuz. Öğle namazını kıldıktan sonra ben üç defa tekbir alacağım. Siz de benimle birlikte tekbir alın. Ben dördüncü tekbiri aldığımda, ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billah.’ diyerek hücuma geçiniz.”[8]

Biraz sonra iki ordu karşı karşıya geldi. Mücahitler “Allah, Allah!” nidalarıyla yıldırım gibi taarruza geçtiler. Kahramanca çarpıştılar. Bu arada birçokları, ar­zu ettikleri şehadet mertebesine kavuştular. Savaş, Müslümanların galibiyetiyle neticelendi. Bu savaş tarihe “Kadisiye Zaferi” olarak geçti. Müslümanlar bun­dan sonra üst üste büyük zaferler kazandılar. Medâyin şehrini fethettiler. İran şahının zengin hazinelerini ele geçirdiler.

Hz. Sa’d vakit geçirmeden Hz. Ömer’e durumu bildirdi. Ele geçirdiği hazine­yi gönderdi. Bundan sonra nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda Medâyin’de emirlerini beklediğini bildirdi. Fakat Medâyin’in havası mücahitlere iyi gelmedi. Birçoğu hastalandı. Hz. Sa’d bunu da acil olarak halifeye bildirdi.

Hz. Ömer, Müslümanların bu muvaffakiyetine çok sevindi. Hele Hz. Sa’d’ın İran şahının zengin hazinesini vakit geçirmeden Medine’ye göndermesini tak­dir etti. Hz. Sa’d’a bir mektup yazarak, bundan sonraki hareket tarzını bildirdi. Kendisine yeni bir şehir inşa etmesini emretti. Hz. Sa’d emri alır almaz kısa za­manda “Kûfe” şehrini imar etti. Hz. Ömer, başarısına bir mükâfat olarak Hz. Sa’d’ı Kûfe’ye vali tayin etti. Hz. Sa’d iyi bir idareciydi. Kısa zamanda Kûfelilere kendisini sevdirdi.

Hz. Sa’d, Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin duasına mazhar olduğu için duası kabul edilen birisiydi. Bu sebeple halk onun bedduasına uğramaktan sakı­nıyordu. Fakat her nasılsa kendini bilmez birisi, Hz. Sa’d’a iftira etti. Onun mal dağıtımında adaletli davranmadığını, askerin başına geçip savaşmadığını söy­ledi. Bu iftira Hz. Ömer’in kulağına kadar gitti. Meseleyi tetkik ettirdi. Sonunda bunun bir iftira olduğu açığa çıktı. Fakat bu durum, cennetle müjdelenen bu büyük sahabinin ağırına gitti. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye kaldırdı:

“Ey Allah’ım! Bu kulun yalan söylüyorsa ömrünü uzat, fakirliğini artır, sıkıntılara uğrat!” diye beddua etti.

Hadisenin üzerinden fazla bir zaman geçmeden, bedduaya uğrayan adam, herkesin gülüp eğlendiği bir duruma düştü. Gözü kör oldu. Sıkıntılara maruz kaldı. Böylece herkes Hz. Sa’d’ın suçsuz olduğuna inandı.

Hz. Sa’d, hilafet makamına liyakati olan bir sahabiydi. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra birçok kimse, kendisini halife seçmek istediklerini söyledi­ler. Fakat Hz. Sa’d bu tekliflere iltifat etmedi. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında geçen hadiselerde tarafsız kalmayı tercih etti. Niçin bir tarafı tutmadığını soranlara, kâfiri müminden ayırt eden bir kılıç getirmedikçe tarafsız kalmaya devam edeceğini söyledi.

Hz. Sa’d, Allah’ın takdir ettiği her şeyin gürünüşte çirkin de olsa netice itiba­rıyla güzel olduğuna inanırdı. Kadere teslim olmuştu. Hayatının sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Ziyaretine gelen biri:

“Sen, duası kabul edilen birisin. Kendin için de dua etsen ve gözlerin açılsa olmaz mı?” diye sordu.

Hz. Sa’d teslimiyet içerisinde şu cevabı verdi:

“Oğlum, Cenâb-ı Hakk’ın be­nim hakkımdaki takdiri, gözlerimin görmesinden daha iyidir!”

Sa’d (r.a.) bütün güzel vasıfları şahsında toplamış, mümtaz bir insandı. Ya­nında hiç kimsenin çekiştirilmesine razı olmazdı, hemen o şahsı sustururdu. Bir gün Hz. Hâlid ile aralarında bir tartışma olmuştu. Ziyaretine gelen kişi, Hz. Hâlid’in aleyhinde konuşmaya başladı. Bu durum Hz. Sa’d’ı rahatsız etti:

“O ka­dar ileri gitme! Onunla aramızda olan hadise, yollarımızı ayırmaz, onun hakkın­da senin söylediklerini tasdik etmemi gerektirmez.” diyerek tepki gösterdi.

Birçok hadisin bize kadar gelmesinde büyük emeği olan Hz. Sa’d, 270 hadis rivayet etti. Bunlardan birisi mealen şöyledir:

“Müminin hâline hayret ediyorum! Bir iyilikle karşılaşsa Allah’a hamd ve şükreder. Bir musibetle karşılaştığında da hamd ve sabreder. Böylece her işinde sevap kazanır. Hattâ hanımının ağzına koyduğu lokmadan dahi sevaba erer.”[9]

Hicret’in 55. yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Hz. Sa’d, vasiyeti üzerine Bedir Savaşı’nda giydiği gömlekle kefenlendi. Onun vefatı bütün Müslüman­ları büyük bir üzüntüye sevk etti.

Allah ondan razı olsun!


__________________________

[1]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 43; el-İsâbe, 2: 292.
[2]el-İsâbe, 2: 290.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 41.
[4]Müstedrek, 3: 500.
[5]Tabakât, 3: 144; Müslim, Vasayâ: 8; Müsned, 1: 168.
[6]Müstedrek, 3: 499.
[7]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 39.
[8]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 329.
[9]Müsned, 1: 173.