(Hicret’in 10. senesi Rebiülevvel ayının 10. günü Salı)

Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocukla­rına karşı adeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.

Hz. Hatice’den dünyaya gelen iki oğlu Kàsım ve Abdullah’ı, henüz Mek­ke’de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçüy­le mübarek kalpleri oldukça teessür duymuştu. Fakat Hz. Mâriye’den sev­gili oğlu İbrahim’in dünyaya ge­lişi onu bir derece teselli ediyordu. Bu se­beple, bu biricik oğlunu faz­lasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.

Evet, şefkat, “rahmet-i İlâhiyye’nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cil­ve­rindendir.” Şefkatin en şirini de evlada karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenab-ı Hakk’ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.

İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi, bu ema­nete kar­şı da gere­ken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.

Hz. İbrahim, 16. ayına henüz ayak basmıştı.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.

Peygamber Efendimiz, hasta yatan nurtopu oğlunun gözlerinde eski par­lak­lığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sâkin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yol­cu olduğunu adeta ifade etmek istiyordu.

Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak, “Allah’ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim?” diye buyurdu.

Az sonra İbrahim, fani dünyaya gözlerini yumdu.

Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.

Hz. Abdurrahman b. Avf, “Yâ Re­sû­lal­lah! Siz de mi ağlı­yor­su­nuz? Böyle ağ­lamaktan halkı menetmemiş miydiniz?” deyince, Efendimiz şöyle buyur­dular:

“Ey İbni Avf! Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağı­rışı yasakladım: Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışıyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırt­mak­tan… Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acı­madan ibarettir. Merha­met etmeyene, merhamet edilmez!”[1]

“Göz Ağlar, Kalp Üzülür”

Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca, “Göz yaş döker, kalp tees­sür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söy­lemeyiz”[2]buyurdu ve ilave etti: “Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mah­zun etti!”[3]

Bir erkek evlada doyamamanın hasretli gözyaşlarını akı­tan Efen­dimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak, “Ey dağ! Eğer ben­deki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! Fakat biz, Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: ‘İnnâ lil­lah ve innâ ileyhi râciûn.’”[4]

Kabri Başında

Teçhiz ve tekfininden sonra, en mûtena ve mübarek eller üzerinde Hz. İb­ra­him Bâkî Kabristanı’na götürüldü. Efen­dimiz orada cenaze namazını kıl­dır­dı.

Kabir hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz, kabirde bir delik gör­dü. Kabri kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti.

Kabirci, “Yâ Re­sû­lal­lah! O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!” de­yin­ce, Kâinatın Efendisi şu dersi verdi:

“Evet, o, ölüye fayda da vermez, zarar da; ancak dirinin gözüne zarar verir, onu rahatsız eder! Allah, kul bir iş yapınca onu mükem­mel yapmasını ister.”[5]

Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, müba­rek elleriyle gözyaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti, su serpti.

Pey­gam­be­ri­mizin Müslümanları İkazı

Hz. İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu.

Halk bunun, onun vefatıyla ilgili olduğunu sanarak, “İb­rahim’in ölümü se­bebiyle güneş tutuldu!” dedi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerif’e vardı ve Allah’a hamd ve senâdan sonra ashab-ı kirama şu dersini verdi:

“Ey insanlar! Biliniz ki güneş ve ay, Allah’ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescitlere sığınınız; onlar açılıncaya kadar da Allah’a dua ediniz, namaz kılınız!”[6]

Bir İşaret

Hz. İbrahim’in ölümüyle Peygamber Efendimizin çocuklarından sadece kızı Fâtıma hayatta kalmış oluyordu. Bu da onun neslinin hikmete binaen erkekten değil, kadından devam edeceğinin ifadesiydi. Böylece, “Muhammed, erkekle­rinizden hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”[7]ayet-i kerimesinin işarî manası da anlaşılmış oluyordu: “Bir kı­sım, şu ayetten şöyle bir işaret-i gaybiyeyi fehmeder ki: Peygamberin ﷺ evlad-ı zükûru [erkek çocukları], ricâl derecesinde kalmayıp, ricâl olarak nesli bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız ‘ricâl’ tâbirinin ifadesiyle nisânın [ka­dınların] pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam ede­cektir. Felil­la­hil­hamd, Hz. Fâtı­ma’­nın (r.anha) nesl-i Mübareki, Hasan ve Hüseyin gi­bi iki nu­rani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.”[8]


__________________________________________________________

[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 138.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 138; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1808.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 138; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1808.
[4]Belâzurî, Ensabü’l-Eşref, c. 1, s. 452.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 142.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 142; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 630.
[7]Ahzab, 40.
[8]Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 384.