(Hicret’in 8. senesi Ramazan ayı, Cuma / Milâdî 630 Ocak)

Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şe­hir… O Kâbe ki “Çok mübarek ve âlemlere hidayet olan Beyt’tir.”[1]Mübare­kiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhî’nin mücessem bir delili olmasın­dan ileri gelmektedir. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa et­mişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat te­melleri sâbit kalmıştı. Ebu’l-Enbiya [Peygamberlerin Babası] la­ka­bıyla anılan Hz. İbrahim, Allah’ın emir buyurma­sıyla, oğlu Hz. İs­mail’le bir­lik­te, bu temel üzerine Kâbe’yi yeniden inşa etmişler ve Kâbe “tevhid” inancı­nın yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.

Ancak yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancın­dan uzak yaşayan, hatta bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, münte­siplerini yok etmeye çalışan Ku­reyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.

Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.

Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim’in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalp ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke’nin bir an evvel müşriklerin kirli elle­rinden kurtarılması gerekiyordu.

Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu.

Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü Müs­lümanlar henüz az ve zayıf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gü­cüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine’nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.

Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslam’ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.

Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygam­ber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenab-ı Hakk’ın müsait şartlar ih­san etmesini sabırla bekliyordu.

Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslam olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslam’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudi­leri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Antlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskoca­man Bizans İmparatorluğu’na Mu’te Harbi’yle gözdağı verilmişti.

Bütün bunlar, İslam’ın ve Müslümanların, önüne geçil­me­si imkânsız, bü­yük bir kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu.

Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve ge­rekli imkânları Cenab-ı Hak ihsan etmişti.

Ancak ortada bir mani vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Antlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler on sene birbirle­riyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.

Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, bu kutsî ga­yesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.

Zâhirî Sebep

Kalplerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüz­den geçen her ar­zuyu bilip cevap veren Cenab-ı Hak, Sev­gili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki se­ne evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.

Cenab-ı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Antlaşması’nın bir mad­desi, Ku­reyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.[2]Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa ka­bilesi, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir kabilesi ise müşriklerin himâyesini kabul ederek onların tara­fını tutmuştu.[3]

Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir hu­sumet vardı. İhtimal bu düşmanlık ne­ticesidir ki eskiden beri Pey­gam­be­ri­mi­zin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’le an­laşmalı ve müttefik bulunan Huzaa­lılar, Hz. Re­sûl-i Ekrem’in safında yer alınca, Benî Bekir­ler de müşriklerin himâyesine gir­mişlerdi.

Nübüvvet nurunun Mekke’de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sâyesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çe­kiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhü’ne kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyor­lardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı.

Benî Bekirlerin, Huzaalılara Saldırması

Bir gün, Benî Bekir kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Re­sû­lul­lah’ı hiciv ve tah­kire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.[4]Ku­reyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Be­kirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırı­dan Hu­deybiye Sulh Antlaşması gereğince emin bulunan Hu­zaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunma­yan Huzaalıları, ta Mek­ke’nin içine kadar kovalarlar, Ha­rem’­de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Netice­de, çar­pışma, Huzaalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur.[5]

Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Pey­gamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.[6]Ancak Huzaalılar, bun­ları tanımışlardı.

Ku­reyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Antlaşması’nı resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat bunun Pey­gam­be­ri­miz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta korkuyorlardı.

Pey­gam­be­ri­mizin, Durumu Haber Alması

Aradan sadece üç gün geçmişti.

Huzaalı Amr b. Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişiyle Medine’ye ge­lerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arz etti ve yardım talebinde bulundu.[7]

Peygamber Efendimiz, hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.[8]

Ku­reyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neti­celer doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!

… Ve Allah, bu hadiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâ­be-i Muazzama’da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zâhirî sebep kıldı.

Müşriklere Verilen Ültimatom

Resûl-i Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:

“Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hu­deybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harp etmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”

Ku­reyş’in, Teklifleri Reddetmesi

Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Pey­gam­be­ri­mizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de teyit etmiş oldular. Ancak hislerinden uzak kalıp me­seleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya baş­ladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim ne­ticeyi düşündükçe iman­dan mahrum kalplerini bir korku sardı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman ol­dular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gön­der­di­ler. “Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat” dediler.[9]

Ebû Süfyan, Medine’de

Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­miz­le görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Ant­laş­ma­sı’nın yenilen­mesini, hatta müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. An­cak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak ola­ma­ya­caklardı. Çünkü Resûl-i Ekrem, daha henüz Ebû Süf­yan, Medine’ye gel­me­den, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:

“Ebû Süfyan, Hudeybiye Antlaşması’nı takviye etmek ve mütâreke müdde­tini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nâil olmadan öfkeyle geri dönecektir.”[10]

Ebû Süfyan ve Kızı

Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkma­dan önce, Ezvac-ı Tâhirat’tan olan kızı Hz. Üm­mü Habibe’nin evine gitti.

Baba henüz iman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ek­rem’in pâk zevcesi… Ebû Süfyan, Hz. Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, “Kızım” dedi. “Anlaya­madım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın ﷺ minderidir. Sen ise şirk içinde­sin! Senin gibi birisinin Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmasına gönlüm asla râzı olamaz!”[11]diye cevap verdi.

Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üs­tündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırıyla değiştirilemez; onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddi hürmettir.

Ebû Süfyan, kerimesinin bu hareketi üzerine, “Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!” diyerek kızgınlığını ifade etti.

Hz. Ümmü Habibe, “Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslami­ye­ti nasip et­ti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tap­mak­ta devam ediyor­sun!” dedikten sonra ilave etti: “Babacığım! Senin gibi, Ku­reyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslamiyete uzak kalır?”

Ebû Süfyan’ın kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapa­gel­diklerini bırakıp Muham­med’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe’nin ya­nın­dan öfkeyle ayrıldı.[12]

Ebû Süfyan’ın, Pey­gam­be­ri­mize Müracaatı

Kerimesi Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğ­ruca Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanına vardı.

“Ey Muhammed!” dedi. “Hudeybiye Muahedesi’ni yenile ve mütâreke müd­detini de uzat!”

Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?” diye sordu.

Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim!”

Resûl-i Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyo­ruz! Yoksa siz, bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu.

Ebû Süfyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve “Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahede­nin yenilenmesini istiyoruz” diye, hiçbir şey olmamış gibi konuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sus­tu.[13]

Ebû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bun­dan nasıl kurtulabi­leceğini de bir türlü kestiremiyordu.

Hz. Re­sû­lul­lah’tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir’e baş­vurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Re­sû­lul­lah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.

Hz. Ebû Bekir, “Bu benim değil, Re­sû­lul­lah’ın bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!” diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bil­dir” dedi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Re­sû­lul­lah’a sadâkatini bir kere daha belgeledi. “Benim himâyemde bulunanlar” dedi. “Re­sû­lul­lah’ın himâyesinde bulunanlardır!”[14]

Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu; “Muahe­deyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!” dedi.

Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, “Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilave etti: “Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gi­dip Re­sû­lul­lah’tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşı­rım!”[15]

Ebû Süfyan’ın, Hz. Osman ile Hz. Ali’ye Başvurması

Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün gör­medim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ay­rılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman!” dedi. “Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müd­detini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.”

Hz. Osman, “Benim himâyemde bulunanlar, Re­sû­lul­lah’ın ﷺ himâye­sinde bulunanlardır”[16]diyerek, bu hu­susta kendisine hiçbir yardımda buluna­mayacağını ifade etti.

Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanı­yordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali’ye başvurdu. “Benim en yakım ak­ra­bamsın! Bu akrabalık hakkı için, Re­sû­lul­lah’­a gidip, bu muahede işinin yeni­lenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!” dedi.

Hz. Ali’nin de cevabı diğer ashab-ı kiramınkinden farklı olmadı. “Allah se­nin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!” dedi. “Vallahi, Re­sû­lul­lah ﷺ bir işe ka­rar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Re­sû­lul­lah’ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!”[17]

Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile “Peki, ey Ali, bana bu hu­susta bir öğüt ver!” dedi.

Hz. Ali, “Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyo­rum! Ama sen, Benî Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himâyene aldığını ilan et! Sonra da yurduna çık git!” dedi.

Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. “Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!” diyerek Hz. Ali’nin yanından ay­rı­lıp Mescid-i Nebevî’­ye vardı.[18]

Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi hallede­me­menin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescid-i Nebevî’de ayakta dikildi ve “Ey in­san­lar! Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım; haberiniz ol­sun!” dedikten sonra ürkek ürkek ilave etti: “Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum.” Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efen­di­mizin yanına vardı. “Yâ Muhammed!” dedi. “Zannetmem ki bu himâye sözümü reddedesin!”

Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylü­yorsun, ben değil!” buyurdu.[19]

Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tut­tu.[20]

Ebû Süfyan, Mekke’de

Mekke’ye varan Ebû Süfyan’a Ku­reyşliler, “Neler yaptın, anlat bakalım!” dediler.

Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mah­cu­biyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.

Ku­reyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı!

Fethe Hazırlık

Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kat’î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. An­cak bu kararını, daha doğrusu, Ku­reyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyor­du. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu tak­tiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvu­ruyordu. Çün­kü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil! Tesli­me mecbur bı­rakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslam’a kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi! O halde, düşmanı tamamen imha et­mek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.

Bu sebepledir ki Mekke Seferi’nde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hatta Hz. Âişe Vâlidimize sadece, “Yol hazırlığımı yap” demekle yetiniyordu. Ayrıca bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü Mekke-i Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmek­sizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:

“Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Ku­reyş­lilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işit­sinler!”[21]

Hatta Ku­reyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlikle İzam vadisi tarafına gönderdi.[22]Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tara­fına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.

İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efen­di­miz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmala­rını emir buyurdu.[23]

O zamana kadar Medine etrafında İslamiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve ahiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi.[24]

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabile, Ra­mazan ayı başında Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı.

Medine’den Hareket

Ramazan ayının ilk günleri idi.

Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahit, Medine’de hazır bekliyordu.[25]Bunların yedi yüzü muhacirlerdendi. Beraber­le­rinde üç yüz at vardı. Ensarın mevcu­du ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslü­manlar teşkil ediyordu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’de yerine Ebû Ruhm Külsüm b. Hu­sayn’ı vekil bıraktı.[26]

Bu haliyle İslam ordusu, hareket için Hz. Re­sû­lul­lah’ın emrini bekliyordu.

Müşriklere Gönderilen Haber

İslam ordusu harekete hazır bekliyordu.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Mik­dâd b. Esved’e şu emri verdi:

“Süratle gidiniz! Hâh Bahçesi’ne vardığınızda, hayvan üzerinde, yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiri­niz!”[27]

Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabe, son sürat yol alıp Hâh Bahçesi’ne vararak orada kadını buldular.

Kadına, “Yanındaki mektup nerede?” diye sordular.

Kadın, “Benim yanımda mektup filan yok!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar.

Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, “Allah’a yemin ede­rim ki” dedi. “Re­sû­lul­lah ﷺ, hiçbir zaman hilâf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü ba­şını arar, elbiseni çıkartırız!”

Kadın, “Siz Müslüman değil misiniz?” dedi.

Mücahitler, “Evet, Müslümanız; ama Re­sû­lul­lah ﷺ, bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi” diye konuştular.

Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahit­le­re, “Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz” dedi.

Sahabeler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali’ye uzattı.[28]

Vazifeli sahabeler, mektubu alıp Hz. Re­sû­lul­lah’a getirdiler.

Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, “Bedir as­ha­bı”ndan olan Hâtıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı![29]

Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatıb’ı huzuruna çağırdı.

Hz. Hatıb gelince, mektup kendisine okundu.

Resûl-i Ekrem, “Bu mektubu tanıdın mı?” diye sordu.

“Evet, tanıdım!” dedi.

“Bunu sen mi yazdın?”

Hz. Hatıb inkâr etmedi: “Evet, ben yazdım!”

Peygamber Efendimiz, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu.

Hz. Hatıb izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Ku­reyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke’de ailem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben, bunu, Ku­reyş ileri gelenlerini bir min­net altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah’a ve Resûlüne olan imanımda sâbitim!”[30]

Peygamber Efendimiz, “Doğru söyledin!” buyurdu; sonra ashabına döne­rek, “O, size doğru söyledi! Bunun hak­kında hayırdan başka bir şey söyleme­yiniz” dedi.[31]

Kendisini zapt edemeyen Hz. Ömer, “Bırak yâ Re­sû­lal­lah, şu münafığın boy­nunu vurayım!” dedi.

Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve “O, Bedir Muharebesi’nde bulunmuştur! Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, ‘Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de cennete girmeye hak kazanmışsınız’ buyurmuştur” diye konuştu.

Manzara karşısında Hz. Ömer’in gözleri doldu ve “Allah ve Resûlü her şeyi daha iyi bilir!” dedi.[32]

Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü’min­leri ikaz etti:

“Ey iman edenler! Benim de, sizin de düşmanınız (olan­ları) dostlar edinme­yin! (Kendileriyle aranızdaki) sev­gi yüzünden onlara (Peygamberin maksa­dı­nı) ulaştırır­sınız (değil mi)? Hâlbuki onlar, Hakk’tan size gelene küfretmiş­ler­dir. Peygamberi de, sizi de Allah’a iman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıka­rı­yor­lardı onlar… Eğer siz, benim yolumda savaşmak, benim rızamı ara­mak için çık­­mış­sanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleye­cek­si­niz? Hâl­buki ben, sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçiniz­den kim bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun ta ortasından sapmış olur!”[33]

İslam Ordusu Fetih Yolunda

Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, tek kalp gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslam ordusuna hareket emri verdi.

Medine’den çıkış Ramazan’ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahitler oruçlu idiler.[34]

Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harpte güç, kuvvet lâ­zım­dı. Oruç, mücahitleri bir noktada takatsiz hale getiriyordu. Ancak kendi başla­rına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ne yapacağını bekli­yorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?

İslam ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz, ikindi na­mazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti.[35]

Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katâde de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman ge­lip İslam ordusuna iltihak etti.

Yine bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İs­lam ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Pey­gam­be­ri­miz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini em­ret­ti; sonra, “Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun!” buyurdu. Hz. Ab­bas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı.

Yolda Müslüman Olanlar

Hz. Re­sû­lul­lah kumandasındaki İslam ordusu, bütün ihtişamıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda İslam’la şeref­lenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan b. Ha­ris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.[36]

Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek on­lardan yüz çevirdi; zira, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce gayet sa­mimiyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan b. Ha­ris, Pey­gam­be­ri­mizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin ak­rabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.[37]

Ancak bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize, onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine “Onların ikisi de bana lâzım değildir!” diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.

Resûl-i Ekrem’in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu halde, “Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!” diye konuştu.

Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu söz­le­re dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İsla­miyetle şereflendiler.[38]

Ordunun Savaş Düzenine Girişi

Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı var­dı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vak­kas… Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslam ordusunda ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Mü­zey­nelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka’boğullarının, ikisi ise Süleym­lerin idi.[39]

İslam Ordusu, Merruzzahran’da

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Mer­ruz­zah­ran’­da konak­ladı.[40]

Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece muvaffaki­yetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.

On Bin Ateş

Merruzzahran vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzer­lerine ge­lişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yak­malarını emir buyurdu.[41]

Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke’ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet… Aralarından göç etmeye mecbur bırak­tıkları Kâinatın mânevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu do­ğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak de­ğil­di, bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesi­ne inkişaf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek iste­dik­leri nur, nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bıra­kan azamet peydâ etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.

İşte, Ku­reyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muaz­zam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladı­lar.

Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi

İslam ordusu henüz Merruzzahran’dan ayrılmamıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabelere emretti ve “Size, onların kararmış olanlarını top­la­manızı tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!”[42]bu­yur­du.

Sahabeler merakla, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu yemişin iyisini kö­tüsünü çobanlar bi­lir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ec­yad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını ot­la­tırdım”[43]diye cevap verdi.[44]

Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin Huzurunda

Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan’la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üze­re vazifelendirdiler.[45]

Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke’den çıktılar; İslam ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mü­cahitler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına yetişme­sey­di mücahitler tarafından epey­ce hırpalanacaktı.

Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arka­sın­dan Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu halde huzur-u saa­dete girdi ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Allah, Ebû Süfyan’ı akidsiz ve ahidsiz ele geçir­mek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!” dedi.

Hz. Abbas müdahale etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ona eman vermiş bulunuyo­rum!”

Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu.

Hz. Abbas, “Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka’boğulların­dan (Hz. Ömer’in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!” de­yince, Hz. Ömer bü­tün celâdetiyle, “Ey Ab­bas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman ol­saydı, ona, senin Müslüman olduğun gün Müslüman oluşuna sevindiğim ka­dar sevinmezdim! Zira, biliyorum ki Re­sû­lul­lah ﷺ da, ba­bam Hattab Müs­lüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar se­vinmezdi”[46]di­ye konuştu.

Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ebû Süf­yan’ı konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir” sözleriyle sona erdirdi.[47]

Ebû Süfyan’ın İslam’la Şereflenmesi

Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efen­dimizin hu­zuruna ge­tirdi.

Resûl-i Ekrem, “Ey Ebû Süfyan! Henüz ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gel­medi mi?” diye sordu.

Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: “İyi, ama bu kadar putları ne yapa­yım? Lât ve Uzzâ’dan nasıl vazgeçeyim?”

Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekli­yordu. Ebû Süf­yan’ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, “Dua et ki çadırın içindesin; dışında ol­say­dın, asla bu sözü söyleyemezdin!” diye konuştu.

Ebû Süfyan, “Ey Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra, ey Hattab’ın oğlu, ben sana gelmiş değilim; amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!” dedi; Peygamber Efendimi­ze hita­ben de, “Babam anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şeref­lilikte ve akraba hakkını gözetmede daha üstünü yoktur” diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: “Vallahi, sanırım ki Allah’tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!” dedi.[48]

Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, “Lâ ilâhe illallah” gerçeğini ka­bul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, “Ey Ebû Süfyan! ‘Muhammedün Re­sû­lul­­lah’ diyeceğin za­man daha gelmedi mi?” di­ye sordu.

Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mana­sıyla çözemi­yor­du. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: “Yâ Muhammed!” de­di. “Bunun için bana biraz müddet tanı; zira bundan dolayı zihnimde biraz ili­şik var.”

Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı:

“Ey Ebû Süfyan!” dedi. “Yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptı­ğının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah’tan baş­ka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’­ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!”

Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.[49]

İmanının Âcil Mükâfatı

Hz. Abbas, Hz. Re­sû­lul­lah’tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını is­tedi. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ebû Süf­yan, üstün tanınma­yı, övülmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir im­tiyaz verseniz!”

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu ve ilave etti: “Kim, Ebû Süf­yan’ın evine girerse, emindir!”

Ebû Süfyan, “Evimin ne genişliği vardır ki?” diyerek, Pey­gamber Efendi­mizden bu lûtfunu genişletmesini istedi.

Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim Kâbe’ye girer, sığınır ise, o emin­dir!” buyurdu.

Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; “Kâbe’nin ne genişliği var ki?” dedi.

O zaman Peygamber Efendimiz, “Kim, Mescid-i Haram’a girer, sığınırsa, emindir!” buyurdu.

Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. “Mes­cid-i Haram’ın ne genişliği var ki?” diyerek bunu da ifa­de etti.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: “Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!”[50]

Ebû Süfyan’ın artık bu hususta talep edecek bir şeyi kalmamıştı. “İşte, bu geniştir!” diyerek memnuniyetini iz­har etti.[51]

Ebû Süfyan’ın, İslam Ordusunu Seyredişi

Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye git­mesine müsaade etmedi. Her ne kadar iman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslam ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslam ordusunu görmeli idi; ta ki bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin Ku­reyş müşriklerinde bulun­madığı kanaati kendisinde tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın!

Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a, “Ey Ab­bas! Ebû Süfyan’ı, va­dinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!” diye emretti.[52]

Hz. Abbas, bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü.

Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslam ordu­sunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu; Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri, nurani dalga­lar halinde akan mücahitler karşısında kamaşıyordu.

Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve ina­yeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalp ve ruhunu fet­hetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadâkat elini uzatmış­lar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle mü­teel­lim olmuşlardı.

Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süf­yan, olanca dikkatiyle Hz. Re­sû­lul­lah’ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas’a, “Muham­med ﷺ geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ih­tişamda olacağını biliyordu.

Nihayet, Resûl-i Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, hey­bet ve vakarı ile devesi Kas­vâ’nın üzerindeydi. Etrafını ensar ve muhacirler al­mıştı. Sancağı, ensardan Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden, tüy­lerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.

Ebû Süfyan, olanca merakıyla, “Sübhanallah! Kimdir bunlar ey Abbas?” di­ye sordu.

Hz. Abbas, “Re­sû­lul­lah! Etrafındakiler ise, ensar ve muhacirler!” diye cevap verdi.[53]

Ebû Süfyan’ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini tutamayarak, “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş; hiçbir hükümdarda gör­mediğim bir saltanat!” dedi.

Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir!” diye tas­hih etti.

Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir!”[54]diyerek kanaatini düzeltti.

Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurani, bir tek kalp halinde çarpan, tek el ha­lin­de kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı ko­ya­mayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı: “Ey Ab­bas! Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!”

Bundan sonradır ki Mekkeli müşriklere hem haber ver­mek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.[55]

Ebû Süfyan, Mekke’de

Ebû Süfyan, süratle Mekke’ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı; “Ey Ku­reyşliler! İşte, Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selamete eriniz!” dedi;[56]sonra da, “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine ka­parsa, o emindir! Kim, Mescid-i Haram’a girer sığınırsa, o emindir!” diye olanca sesiyle bağırdı.[57]

Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû Süfyan’a hakaret etti; hatta Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil gibileri, halkı Resûl-i Ekrem’e karşı çıkmak için kışkırtmaya bile kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve Ebû Süfyan’ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescid-i Haram’a sığındı.[58]

Mekke’ye Giriş Hazırlığı

İslam ordusu, Mekke’ye girmeden evvel, son defa Zîtuva vadisinde top­lan­dı. Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiram­ın sevinçleri etrafa dalga dalga yayı­lı­yordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürur vardı.

Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ’nın üzerindeydi. Kendisine bu müba­rek ve muazzam günü gösteren Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamd ve şükrünü tak­dim ediyordu.

Tevâzu ve mahviyetinden mübarek başını öne eğmişti. Öylesine ki nere­deyse mübarek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.[59]Bu haliyle, önünde eğilecek tek Zâtın sadece kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğunu bü­tün insanlığa ilan ediyordu; aynı zamanda, ashabına da, muvaffakiyeti ve­renin sadece Yüce Allah ol­du­ğunu, insanların ise muvaffakiyetin sebeplerini hazır­lamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu!

Pey­gam­be­ri­mizin Mekke’ye Girişi

Pey­gam­be­ri­miz, Mekke’ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:

Sağ kol… Kumandan, “Seyfullah” unvanının sahibi Hz. Hâ­lid b. Velid’di. Mekke’ye aşağı taraftan girecekti.

Sol kol… Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ deni­len mevkiden girecekti.

Üçüncü kol Sa’d b. Ubâde kumandasındaydı ve ensar birliklerinden iba­retti. Seniyye tarafından şehre girecekti.

Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrâh kumanda ediyordu. O da, Mekke’nin üst tarafından ilerleyecekti.[60]

Peygamber Efendimiz, kumandalara şu emri verdi:

“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çar­pış­maya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!”[61]

Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar, görüldükleri yerde, Kâ­be’nin örtüsü altına iltica etmiş olsalar dahi öldürüleceklerdi. Onlar da şun­lardı:

İkrime b. Ebî Cehl, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, Hab­bâr b. Es­ved b. Mut­tâlib, Hüveyris b. Nukayz, Mıkyes b. Su­bâbe el-Leysî, Abdullah Hilâl b. Hatal, Hind binti Utbe b. Rebîa, Şarkıcı Sâre, Ku­reyne ve Ernebe.[62]

Bunlar, irtikap ettikleri suçlar, irtidat, İslam’a ve Müslümanlara aşırı düş­manlık, işkence, katl, Re­sû­lul­lah’ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.

Mescid-i Haram

Kabe

Kollar Mekke’ye Girerken…

Takvim yaprağı, Hicret’in 8. yılı Ra­mazan ayının 1on üçü, Cuma gününü gösteriyordu. Gün, henüz yeni ağarmıştı.

Peygamber Efen­dimiz, devesi Kasvâ’nın üzerin­deydi. Mübarek ba­şında Ye­men işi si­yah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omu­zu­nun arasına Salı­ver­mişti. Bu haş­met ve vakar içinde mübarek beldeye gi­riyordu. Bir taraftan, Al­lah’ına, kendisine bu günü gösterdi­ğinden do­layı hamdediyor, minnet ve şük­rünü arz ediyor, diğer taraftan da fethi iki sene ev­velinden haber verip müj­de­leyen Fetih Suresi’ni okuyordu. Bu, kendileri için, ashabı için en mesut, en se­vinçli anlardan biriydi.

Dillerde acı söz yok, kalpleri fetheden tatlı sözler vardı. Simalar­dan tebes­sümler damlıyordu.

Mücahitlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin ver­diği kendini kaybe­diş yoktu. Nefislerine, kalp, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.

Sa’d b. Ubâde’nin Azledilmesi

Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayriihtiyarî ken­disini kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa’d b. Ubâde, ağzından, “Bugün büyük savaş gü­nüdür. Kâbe’de vuruşmanın helâl olacağı gündür!”[63]diye bir söz kaçırdı.

Durum, derhal Hz. Resûl-i Ekrem’e bildirildi. Bu söz, Mekke’ye harpsiz, kan akıtmaksızın girmek isteyişin mana ve ruhuna zıttı. He­men sancağın Sa’d Hazretlerinden alınıp oğlu Kays’a verilmesini emir buyurdular.[64]

Hâlid b. Velid Koluna Taarruz

İslam ordusu, Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç kal­dırmadan edep ve hürmet içinde Mekke’ye dalga dalga giriyordu.

Ancak bu arada, Hâlid b. Velid Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir ta­arruz oldu. Taarruz, İkrime b. Ebî Cehil, Saf­van b. Ümey­ye gibilerle, topla­dık­ları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.[65]

Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı. An­cak müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücahit­leri ok yağmuruna tuttuklarını gö­rünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya mecbur bırakıldılar. Çar­­pışmada iki mücahit şehit düştü, müşriklerden ise on üç kişi öldürüldü. Du­­rum, Hz. Resûl-i Ekrem tarafından öğrenildi. Hz. Hâlid, huzuruna çağırıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını, mücahitlerin ise sadece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını Hz. Hâ­lid’­den öğrenince “Allah’ın hükm ve takdir ettiğinde hayır vardır”[66]buyurdular.

Bundan başka on bin kişilik muazzam İslam ordusu Mekke’ye girerken hiç­bir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silahlarını kullanmadılar.

Bu arada, kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler öldü­rüleceklerden birkaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidat eden kimselerdi. Abdullah b. Hatal ve Mık­yes b. Subâbe, bunlardan ikisiydi. Kanı heder edilip ele geçirildikten sonra öldürü­len diğerleri ise Hâris b. Tu­ley­tıla, Hüveyris b. Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Pey­gam­be­ri­miz henüz Mekke’deyken kendilerine en ağır eziyet ve haka­rette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise, her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.

Emanın İlânı

Peygamber Efendimiz, Mekke’ye girer girmez halka eman verdiğini ilan et­ti:

“Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, ona eman verilmiştir. Kim elinden sila­hını bırakırsa, ona eman verilmiştir. Kim evine girer, kapısını kapatırsa, ona da eman verilmiştir.”

Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süf­yan’ın evine sığındı.

Pey­gam­be­ri­miz, Kâbe-i Muazzama’da

On bini aşkın İslam ordusu, Mekke’ye girmişti. Fakat Mekke sâkin ve âsûde bir gün yaşıyordu. Herkes bir emniyet içinde idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde, terkisinde Üsame b. Zeyd, sa­ğında Hz. Ebû Bekir, etrafında muhacir ve ensar topluluğu olduğu halde Kâ­be-i Muazza­ma’­ya doğru ilerliyordu. Davasını ilana başladığı ilk gün­den bu gü­ne kadar ve muzafferiyet sonunda hiçbir deği­şik­lik yoktu. Tek başına İslam ve imanı tebliğ ederken de mütevazı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de… Birkaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl âli­ce­nab, şefkatli, mü­tevazı ve afüvkâr idiyse, şimdi on bin­le­rin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zer­re kaybetmemişti.

İşte Efendimiz bu tevâzu, mahviyet, Allah’a minnet ve şükran hisleriyle do­lu bir manzara içinde Harem-i Şerif’e girdi. Müslümanlar da akın akın mu­azzam mâbede doğru akıyorlardı. Resûl-i Kibriya tekbir getirince, Müslüman­lar da hep bir ağızdan “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek Mekke ufukla­rını bu kutsî sadâ ile çınlattılar. Bu ulvî sadâya, bu mübarek beldenin dağı, taşı “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek karşılık veriyordu.

Kâbe’yi Tavaf

Resûl-i Kibriya, binlerce sahabe arasında devesi Kas­vâ’­nın üzerinde Kâbe’yi tavafa başladı. Peşini ashab-ı kiram takip etti. Tavafın her devresinde ellerin­deki değnekle Ha­ce­rü’l-Esved’e işaret ederek onu istîlâm ediyordu.[67]Tavafın yedinci devresinden sonra Kasvâ’dan indi. Makam-ı İbrahim’e varıp orada iki re­kât namaz kıldı. Sonra da zemzem kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safâ tepesine çıkışları takip etti. Oradan etrafa baktı ve ken­­­disine bu muazzam günü gösteren Yüce Allah’a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.

Bu sırada Medineli Müslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe uyandı. Bu endişeyi, “Cenab-ı Hak, Resûlüne yurdunun fethini nasip etti. Ar­tık burada oturur kalırlar mı dersiniz?” diyerek izhar ettiler.

Duasını bitiren Fahr-i Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.

Onlar, “Bir şey yok yâ Re­sû­lal­lah!” dediler.

Sorusunu birkaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiyle ensarın konuştukları haber verildi.

Bunun üzerine, “Ben, sizin söylediğiniz şeyden Allah’a sığınırım! Bilin ki be­nim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir!”[68]diye bu­yur­dular.

Bu hitap karşısında ensar gözyaşları arasında Fahr-i Kâinat’ın çevresinde toplanıp gönlünü almaya çalıştılar.

“Vallahi” dediler. “Biz bunları, Allah ve Resûlüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil!”[69]

Ebu Süfyan ve Fadale’nin İçlerinden Geçirdikleri

Peygamber Efendimizin ve Müslümanların Kâbe’yi tavaf ettikleri bir sıra­daydı.

Ebû Süfyan da Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve birtakım sinsi vesveseler telkin ediyordu. Resûl-i Ekrem önünden her geçtikçe o, “Acaba bir daha asker toplasam, şu adamla (!) bir daha çarpışsam ne olur?” diye içinden geçiriyordu.

Tam bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve “O za­man da yine Allah seni hakir eder!” bu­yurdu.

Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şa­şırdı, titredi. Sonra da Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunarak, “Vallahi, sen Re­­sû­lul­lah’­sın!” dedi.[70]

Fudâle b. Umeyr ise, Pey­gam­be­ri­mizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle göz­lüyordu. Bir ara bu niyetle fazlasıyla yaklaşan Fa­dale’ye, Resûl-i Ekrem ani­den dönüp, “Sen Fadale misin?” diye sor­du.

Fadale, şaşkınlık içinde, “Evet, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Pey­gam­be­ri­miz, “İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?” dedi.

Fadale, “Hiçbir şey düşünmüyor, sadece Allah’ı anmakla meşgul bulunu­yor­dum!” diye cevap verince Resûl-i Ekrem, “Allah’tan af ve mağrifet dile ey Fa­dale!” dedi, sonra da elini Fadale’nin göğsüne koyarak onun için dua etti.

Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kal­biyle birlikte imanı da karar kıldı. Resûl-i Kibriya’nın bir tek nurani tebessümü düşmanlıkları dostlukları döndürüyor, katı kalpleri balmumu gibi yumuşatı­yor­du.

Fadale, o ânı, “Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve sevgili hiçbir şey yoktu!”[71]diyerek tasvir eder.

Putların Yıkılışı!

Ku­reyş müşrikleri, Kâbe’nin çevresine 360 put dikmişler­di. Bu putlar, kur­şunla yerlerine perçilenmiş bulunuyordu.[72]

Tebliğ ettiği “tevhid” inancıyla akıl, ruh ve kalplerdeki putları yıkıp, bin­lerce insanı getirdiği nurun etrafında per­vane gibi döndüren Resûl-i Kibriya Efendimiz, şimdi de tev­hid inancına uygun bina edilmiş olan Kâbe’yi asli­ye­ti­ne kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.

Elindeki asâyla putlara birer birer işaret ederek,

“Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Ger­çekten bâtıl, daima yokluğa mahkûmdur”[73]ayetini okudu. İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüzüstüne düşerdi. Böylece Kâbe içinde ve çevresinde yere yuvarlanmayan hiç­bir put kalmadı.[74]

Kâbe’de Ezan!

Öğle namazı vakti girmişti.

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe’­nin üzerine çıkarak ezan okumaya başladı.

İmanlı gönüllerde sevinç ve canlılık, imansız gönüllerde ise üzüntü ve yıkı­lış vardı. Seneler önce boynuna ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gel­me­dik eziyet ve işkencelere maruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kâbe’­nin üze­rinde gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına tevhidi ilan ediyordu. Onunla be­ra­ber adeta dağ taş da “tev­hid-i İlâ­hi”yi kendilerine mahsus dillerle haykırı­yor­lardı.

Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Ku­reyş reislerinden Ebû Süfyan, Attâb b. Esîd ve Haris İbni Hişam, aralarında konuştular.

Attab, “Pederim Esid bahtiyar idi ki bu günü görmedi!” dedi.

Haris, “Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki müez­zin yapsın?” diye konuşarak Hz. Bilâl-i Habeşî’den tahkirle söz etti.

Ebû Süfyan ise, ağzından tek kelime kaçırmadı ve:

“Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim! Kimse olmasa bile, şu ayağımızın al­tındaki kumlar ve taşlar ona haber verir; o da bilir!”[75]diye konuştu.

Gerçekten de, az sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz onlarla karşılaştı ve ko­nuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Haris, şehâdet getirip Müs­lüman oldular.[76]

Ebû Süfyan ise, “Yâ Re­sû­lal­lah! İyi ki ben bir şey söylemedim!” de­di.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdu.

Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin bir te­sir bırakıyordu. Gö­nüllerini İslam’a ısındırıyor, Hz. Re­sû­lul­lah ve ashab-ı kirama besledikleri kin ve adavetlerinin erimesine sebep oluyordu.

Pey­gam­be­ri­mizin Kâbe’ye Girmesi

Resûl-i Ekrem, Osman b. Talha’ya haber göndererek Kâ­be’­nin anahtarını ge­tirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki şiddetli ısra­rına rağmen Osman b. Talha anahtarı alıp getirdi.

Kâinatın Efendisi, yanında Hz. Bilâl, Üsame b. Zeyd ve Osman b. Talha (r.a.) olduğu halde Kâbe’ye girdi.[77]İçerideki suret ve putların temizlenmesi için daha önce emir buyurmuşlardı; ancak henüz onlardan eser vardı. Bir emir­le bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini is­tedi.

Bir müddet Kâbe’nin içinde kaldıktan sonra dışarı çıktı. O sırada hemen he­men bütün Mekke halkı Mescid-i Haram’ın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.

Acaba, Resûl-i Kibriya, onların kendisine revâ gördükleri gibi yüzlerine iş­kembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti? On­lara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların, sahabelerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kum­la­rın üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? Onları aç susuz mu bı­ra­ka­caktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?

Hayır, kâinatın vücut bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak gön­derilmiş bulunan o şanlı Resûl, bunların hiçbirini yapmadı.

Fetih Hutbesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzama’nın kapısında durdu. Mübarek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah’a hamd ve senâ­dan sonra şu hutbeyi irad etti:

“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır; O’nun şeriki yoktur.

“O, vaadini yerine getirdi; kuluna yardım etti, (aleyhinde) toplanan düş­manları tek başına perişan etti.

“Bilmelisiniz ki Câhiliyye devrine âit olup, iftihar vesilesi yapılıp gelinen her şey, kan, mal davaları… Bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kal­mış, ortadan kaldırılmıştır.

“Bütün insanlar Âdem’den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır.

“Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasanız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır (şeref, soy, sop ve ne­seb­ce en üst olanınız değildir). Şüphe yok ki Allah Alîm’­dir [her şeyi bilen­dir], Habîr’dir [her şeyden haberdardır]!” (Hucurat, 13)[78]

Umumî Af

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu hitabesinden sonra, halka, “Ey Ku­reyş toplu­luğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” diye sordu.

Ku­reyş topluluğu, “Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyi­lik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz şöyle konuştu:

“Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır.[79]

“Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah, sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!’ (Yusuf, 92).

“Gidiniz, sizler serbestsiniz!”[80]

Affedişlerin en makbulü muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli ise kö­tülüklere karşı yapılandır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte, Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu! Çünkü o, Cenab-ı Hak’tan dersini şöyle almıştı:

“Affı (öne) al, iyilikle emret ve câhillerden yüz çevir!”[81]

O anda Ku­reyşliler boynu bükük, elleri yanlarına düşmüş bir vaziyette Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda bekliyorlardı. İsteseydi, tek ferdi kalmamak üzere hepsini, geçmişte yaptıkları zulüm, kötülük ve eziyetlerden dolayı kılıçtan ge­çirebilirdi yahut hepsine köle muamelesinde bulunabilirdi; bunun yanında, mallarına mülklerine el koyup, onları yurtlarından da sürgün edebilirdi!

Ama, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efen­dimiz, yukarıda sözü edilen davranışların hiçbirine teşebbüs etmedi. Zira, onun tek gayesi, gö­nüllerde İlâhî meş’alenin yakılmasıydı. Bu müstesna davranışıyla da bu ulvî gayesine en büyük hizmeti ifa etti. Onun böylesine mer­hametli davranışı, affe­diciliği, âlicenablığı karşısında bütün Ku­reyş kin ve düşmanlık duygularını terk ederek, İslam’­ın tertemiz saadet deryasına kavuştu.

Tarih, böylesine muazzam ruhî ve fikrî inkılâba ilk defa şahit oluyordu.

Fetihten Sonra Hicretin Kaldırıldığı

Mekke’nin fethedildiği gün idi.

Abdurrahman b. Safvan, babasını alıp Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.

“Yâ Re­sû­lal­lah, babam hicret etmek üzere bîat edecektir” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret kalkmış­tır” buyurdu.

Ne var ki Abdurrahman, babasının muhacir vasfının mânevî mükâfatından nasiptar olmasını istiyordu. Bunun için gidip, Pey­gam­be­ri­mizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas’a başvurdu. Bu hususta şefaatçi olmasını di­ledi.

Abdurrahman’ın ricasını kabul eden Hz. Abbas, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen be­nimle filan arasındaki dostluğu biliyorsun. Babasını hicret bîatı yapmak üzere size getirmiş, ka­bul buyurmamışsınız” dedi.

Arabistan müşriklerinin yegâne kalesi olan Mekke artık fethedilmişti. İsla­miyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu sebeple Peygam­ber Efendimiz, “Hicret müessesesi”ni kaldırmaya karar vermişti. Bundandır ki çok sevdiği ve fazlasıyla hür­met duyduğu amcasının bu arzusuna da müspet cevap ver­medi ve “Hicret için bîat yapmak artık yoktur!” buyurdu.[82]

Resûl-i Ekrem Efendimizin kaldırdığı hicret, İslam’ın serbestçe yaşanabil­diği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslam’ın bir başka beldesine hicretti. Daha hususî manasıyla, Peygamber Efendimizin sağlığında Mekke-i Mükerre­me ve çevresinden, Medine-i Münevvere’ye olan hic­retti.[83]

Pey­gam­be­ri­mizin İkinci Hutbesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle namazından sonra Kâbe ka­pısı merdivenine çıkıp, arkası Kâbe’ye dayalı bir halde Allah’a hamd ve se­nâda bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:

“Ey insanlar!

“Şüphesiz, Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke’yi haram ve dokunulmaz kılmıştır; kıyamet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimse için, Mekke Hareminde kan dök­mek, ağaç kesmek helâl olmaz! Mekke’de kan dökmek benden önce hiçbir kim­seye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimseye helâl olmayacak­tır!

“Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunmayanlara duyursun!

“…

“Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin ailesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır: Ya öldürenin kısas olarak öldürül­mesini ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister.

“Muhakkak ki insanların Cenab-ı Hakk’a karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını, Allah’ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Câhiliyye intikamını almak için adam öldürendir.

“İslam’da, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başka­sı­na intisab etmesi diye bir şey yoktur. Doğan çocuk, döşeğin sahibine âittir.

“İddiasını ispatlamak için delil getirmek davacıya, yemin de inkâr edene düşer!

“İslamiyette, ne Câhiliyyet anlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret! Fa­kat cihat ve cihada niyet vardır.

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir; bütün Müslüman­lar kardeştirler. Müs­lümanlar, kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı tek bir eldirler, el birliğiyle harekete ederler!

“…

“Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini, onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gay­retini gösterirler.

“İyi bilmelisiniz ki ne bir kâfir için bir mü’min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taah­hüdlerinden do­layı harbî olan kâfirler için öldürülürler.

“İslam’da, değiş tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.

“Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp bir araya getirile­bilir.

“Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, ver­mesi helâl ve câiz değildir.

“Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.

“İyi biliniz ki vâris için vasiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirle­rine vâris olamazlar.

“Parmakların her birisinde diyet, onar onar devedir. Kemiği görünen derin yaralardan her birisinde diyet, beşer beşer devedir.

“Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar başka namaz kı­lın­maz. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kı­lınmaz.

“Sizi, iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur.

“Ben size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim!”[84]

Sikâye ve Hicâbe Vazifelerinin Aynı Ellerde Bırakılması

Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesi’nde Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında ka­lan, Câhiliyye devresine âit bütün iş, muamele ve davaların ortadan kaldırıldı­ğını beyan buyurmuştu.

Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikâye, o sırada Pey­gam­be­ri­mizin amcası Hz. Abbas’ın uhdesinde idi.

Kâbe’ye hizmet vazifesi olan Hicâbe ise, Osman b. Talha’­da bulunuyordu.

Hz. Abbas, Pey­gam­be­ri­mize müracaat ederek, bu iki vazifenin de kendile­rine verilmesini istedi. Ancak Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu gibi sadece Sikâye vazifesinin ken­di­lerinde kalmasını uygun gördü.

Resûl-i Kibriya, Kâbe’nin anahtarını elinde tutuyordu. Birçok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fa­kat Efendimiz, Osman b. Tal­ha’yı huzuruna çağırdı ve “Şüphe yok ki Allah size emanetleri ehil (ve er­bab)ına vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmey­le­me­nizi emreder” meâlindeki ayet-i kerimeyi okuduktan sonra, “Ey Osman! İş­te anah­tarın, al! Bugün, iyilik ve ahde vefa günüdür!”[85]dedi ve Kâbe’­nin anahtarını yine ona teslim etti.[86]

Osman b. Talha anahtarı alıp giderken, Resûl-i Ekrem, “Sana za­manında söy­lemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?” diye sordu.

Hz. Osman b. Talha, aralarında geçen hadiseyi hatırlayarak Re­sû­lul­lah’ı tas­dik etti.

“Evet, şehâdet ederim ki sen, şüphesiz Allah’ın Resûlüsün!”[87]

Peygamber Efendimizin, Osman b. Talha’ya hatırlatmak istediği hadise şuy­du:

Hicret’ten önceydi. Osman b. Talha henüz Müslüman olmamıştı. Pey­gam­be­ri­miz bir gün Kâbe’ye girmek istemiş, fakat Osman b. Talha buna mani ol­muştu. Mani olmakla da kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nâhoş davran­mıştı. Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve is­tikbâl semâlarında İslam’ın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sü­kûnet ve mülâyim bir eda ile “Ey Osman! Ümit ederim ki bir gün gele­cek sen, beni, bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kim­seye vermekte serbest olacağım bir mevkide bulursun!” demişti. Osman b. Talha, “O zaman Ku­reyş kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir!” cevabını verince de, Pey­gam­be­ri­miz, “Hayır, ey Osman! Asıl o gün Ku­reyş hakikî kuv­vet ve şe­refe kavuşacaktır!”[88]buyurmuştu.

Mekkelilerin Pey­gam­be­ri­mize Bîatı

Resûl-i Kibriya Efendimiz, umumî af ilan ettikten sonra, Safâ tepesine çıkıp orada Ku­reyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce aynı tepede peygamberli­ğini açıktan ilan edip muhalefetle karşılaşırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslamiyet üzere bîat alıyordu.

Erkeklerin Allah’a iman, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Muham­med’in ﷺ O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslamiyet ve cihat üzerine yaptıkları bîatı, kadınların bîatı takip etti.

Kadınların Bîatı

Kadınlar, “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, kız ço­cuklarını öldürmemek, zina etmemek ve iffetini korumak, herhangi bir iyilik hususunda Allah Resûlüne isyan etmemek”[89]üzere Peygamber Efendimize bîatta bulundular.

Kadınlar taifesinin başında, Hz. Ali’nin hemşiresi Hz. Üm­mühanî, Âs b. Ümeyye’nin kızı Ümmü Habibe, Attab İbni Esid’in ha­laları Erva, Ebû Âs kızı Âtika, Hâris b. Hişam’ın kızı ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’nin karısı Üm­mü Ha­kim, Hâlid b. Velid’in kız kar­deşi Fâtıma gibi Ku­reyş kadınlarının meşhurları bulunuyordu. Aralarında Resûl-i Ekrem’in haklarında “Nerede görülürse gö­rülsünler öldü­rü­l­sün­ler” diye buyurduklarından biri olan, Ebû Süf­yan’­ı­n karısı Hind de vardı. Tanınmamak için kıyafet değiş­tire­rek kadınlar arasına katıl­mış­tı. Geçmişte, Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara karşı giriştiği hareketler­den piş­man­lık duyar hali vardı. Yaptığı her şeye rağmen, Kâi­na­tın Efendisi, İslami­yetle şereflendiğini duyduğu Hind’i af­fet­ti ve onun da bîatını kabul etti.

Ebû Kuhâfe’nin Müslüman Olması!

Saadete kavuşan insan, sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini pay­­laşmasını gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun mahiyetinde var olan bir duy­gudur.

Hz. Ebû Bekir, iman edip bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû Kuhâfe henüz bu saadetten mahrumdu. Mes’­ud oğul, ba­basının da bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini kendisiyle pay­laşmasını istiyordu. Bu maksatla elinden tutarak onu Efendimizin huzuruna getirdi.

“Beni Rabbim terbiye etti. O ne güzel bir terbiyedir!” bu­yurarak Cenab-ı Hakk’ın müstesna terbiyesi altında ahlâken kemâle erdiğini ifade eden Ne­biyy-i Muhterem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in ihtiyar babasını alıp yanına ge­tirmesinden müteessir oldu ve “İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyaret etseydik, olmaz mıydı?” buyurarak nezaket ve tevâzuunu izhar etti.

İlâhî terbiyeyle yetişen kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, “Yâ Re­sû­lal­lah! Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha muvafık­tır!” dedi.

Bu kısa konuşmadan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini âmâ Ebû Kuhâfe’nin göğsüne koyup sığa­dıktan sonra, “Müslüman ol, ey Ebû Ku­hâfe!” dedi.

Bu söze muhatab olan Ebû Kuhâfe, derhal Müslüman olup oğlunun saade­tine saadet kattı.[90]

Kanı Heder Edilenlerin Müslüman Olmaları

İslam’ın amansız düşmanlarından, Ebû Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind’in af­fedilmesi, nerede görülürlerse görülsünler öldürülecekler listesine alınanlar için bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden onlar da bu ümit kapısından girerek İslamiyetle şereflendiler, Hz. Re­sû­lul­lah’ın geniş affına uğradılar. İkrime b. Ebî Cehil, Abdullah b. Ebî Sarh (irtidat etmişti), Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr, Hz. Hamza’nın katili Vahşî, Şâir Abdullah b. Zebarî, Hâris b. Hişam, Enes b. Züneym, bunlar arasında yer alıyorlardı.

Dünya tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı böylesine lütufkâr ve merhametli davranıp onları affeden, onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka şahsiyete rastlanabilir mi?

Bedevînin Titremesi

Mekke artık fethedilmişti.

Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesna bir bayram havasının neşesi hâkimdi.

Bu sırada bir bedevînin Pey­gam­be­ri­mizin yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın heyecan ve haşyeti altında bedevî tir tir titriyordu.

Durumu fark eden Resûl-i Kibriya, “Ne oluyor sana? Kendine gelsene! Ben bir hükümdar değilim; ben, güneşte kurutulmuş et par­çaları yiyerek geçinmiş olan Ku­reyşli bir kadının oğluyum”[91]buyurdu.

Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz, eşsiz bir tevâzu örneği veriyordu. O, hükümdar bir peygamber olmak ile kul bir peygamber olmak arasında mu­hay­yer bırakıldığında da “kul bir peygamber” olmayı tercih etmişti.[92]

Gönül deryasında her zaman hâkim olan, tevâzu idi.

Resûl-i Kibriya’nın bu mübarek sözlerine muhatab olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.

Bir Adalet Örneği

Mekke fethedilmişti; Resûl-i Ekrem ise, henüz bu mübarek beldeden ayrıl­mamıştı.

Her nasılsa, Mahzumoğulları kabilesinden Fâtıma bint-i Esved adındaki ka­dın, bir hırsızlık yapmıştı. Kadın, itibarlı, soylu biriydi ve Ku­reyş yanında da hatırı sayılıyordu.

Haliyle, Pey­gam­be­ri­miz durumdan haberdar oldu. Hırsızlıkta bulunanın elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar ve birbirlerine soru­yorlardı: “Yüksek mev­kiye sahip bu kadının eli nasıl kesilebilir?”

Aile halkı, Fâtıma’nın elini kesmeden kurtarmak için bir ümit ışığı arıyor­lardı; birinin, Hz. Re­sû­lul­lah katında şefaatçi olmasını istiyorlardı. Ne var ki kimse buna cesaret edemiyor­du.

Sonunda, Üsame b. Zeyd Hazretleri bu vazifeyi üzerine aldı. Üsa­me, Pey­gam­­be­ri­miz tarafından fazlasıyla sevilen bir sahabe idi. Bu sevgiye güvenmiş ola­cak ki bu görevi üzerine almaya yanaşmıştı.

Hz. Üsame, kadının affedilmesini dileyince, Resûl-i Ekrem Efen­dimizin rengi birden değişti.

“Sen, kötülüğün önüne geçmek için Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir ce­zanın affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?” diye buyurdu.

Hz. Üsame, üzgün bir eda içinde, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu uy­gun olmayan hare­ke­timden dolayı Allah’tan affım için dua et!” dedi.

Hz. Üsame’ye dersini veren Resûl-i Ekrem, akşam olun­ca da, aya­ğa kalktı ve Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka dersini şöyle verdi:

“Sizden evvelkileri şu davranışları mahvetmiştir:

“Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu serbest bırakırlardı; zayıf, güçsüz birisi hırsızlık edince de ona hemen ceza verirlerdi.

“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Fâtıma bint-i Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun da elini keser­dim!”

Bundan sonra, kadının elinin kesilmesini emretti. Kadının eli kesildi.

Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi. Ondan sonra sık sık Hz. Âi­şe’nin ya­nına gelir giderdi.[93]

Bu davranışıyla Peygamber Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir şart olan adaletin eşsiz bir örneğini ser­giliyordu.

Mekke Çevresinin Putlardan Temizlenişi

Peygamber Efendimiz, Kâbe ve Mekke’nin içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki putları da yok etmek istiyordu.

Bu maksatla Hz. Hâlid b. Velid’in otuz kişilik bir birlikte Nah­le mev­kiinde bulunan Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi. Ku­reyş yanında en büyük put sayılan Uzzâ’yı Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.[94]

Efendimiz, Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan Menat putunu yık­mak için de Sa’d b. Zeyd el-Eşhel’i gönderdi. Menat, Evs ve Hazreç kabileleri­nin putu idi. Emri alan Sa’d b. Zeyd, beraberindeki Müslümanlarla giderek Menat’ı yıkıp geri döndü.

Yine müşriklerin taptıkları meşhur putlardan biri de Süva idi. Bu put, Mek­ke’ye üç mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu. Kinâneoğulları, Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için Resûl-i Ekrem, Amr b. Âs Hazretlerini gönderdi. Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mek­ke’ye geri döndü.[95]

Mekke’nin fethiyle böylece, hem Mekke’nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de Ku­reyş’in gönlü şirkten kurtarılıp tevhid nuruyla tertemiz hale geldi.


_____________________________________________________________________

[1] Âl-i İmrân, 96.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 332; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 325.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 332; Vakidî, Megazi, c. 2, s. 612.
[4] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[5] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 4.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 32; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 164.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 36-37; Taberî, Tarih, c. 3, s. 111.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 37; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 165.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 791.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 37; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 6.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38.
[12] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 532; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[16] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 166.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 113.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 113.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39-40.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 13; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 207.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39.
[24] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 799.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[27] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1941; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 409.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 41; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 40; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1941.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 41; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 80; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1941; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[31] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 105.
[32] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 105.
[33] Mümtehine, 1.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 139; Buharî, Sahih, c. 5, s. 90.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 49-50.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 43; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[39] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 819.
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[41] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1621.
[43] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1621.
[44] Peygamber Efendimizin koyun gütmesiyle ilgili biraz daha geniş malumat için, lûtfen eserimizin bi­rinci cildine bakınız!
[45] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[46] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 45; Taberî a.g.e., c. 3, s. 116.
[47] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116
[48] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 18.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 45-46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 18-19.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 552; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 19.
[51] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 552.
[52] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 46.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 47.
[54] İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 47; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[55] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 117.
[56] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 117.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 170.
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 182.
[59] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 265.
[60] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 49.
[61] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 51.
[62] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 136.
[63] Buharî, Sahih, c. 3, s. 61.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 50.
[66] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 136.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 54.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[69] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[70] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 576.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 180.
[72] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 62.
[73] İsrâ, 81.
[74] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[75] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 56; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 184.
[76] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 56.
[77] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 62.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 410; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 389; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 185.
[79] Ahlâk ve yüz güzelliğinden ve babalarının onu kendilerinden daha çok sevmesinden dolayı kar­deşle­ri, Hz. Yûsuf’u çekemezler ve hayatına son vermek için Kenan kuyusuna atarlar. Ora­dan ge­çen bir
kafile ise, onu alıp Mısır’a götürür. Başından birçok hadise geçtikten sonra Hz. Yusuf, so­nunda Mısır’a Azîz olur.
Kader-i İlâhi, bu makamda iken Hz. Yusuf’la kardeşlerini bir araya getirir. Yusuf’u tanıyan kar­deşleri, yaptıklarından pişmanlık duyarlar.Bunun üzerine Hz. Yûsuf, “Bugün ve bundan sonra benim tarafımda size başa kakma ve serze­niş­te bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin. Ben hakkımı helâl ettim!” diyerek, kar­deşlerini affeder.

İşte, Peygamber Efendimiz, Ku­reyş müşriklerine, “Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf’la (a.s.) kar­deşlerinin dediğinin aynısı olacaktır” derken bu hadiseyi hatırlatmak istemişti.
[80] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 55; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 142; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 120.
[81] A’raf, 199.
[82] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 430-431; İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 683-684.
[83] bkz. Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, s. 30.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 58; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 137; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 32, c. 2, s. 207-211; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 63-66.
[85] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 55; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 178.
[86] Bazı tefsirlerde Hz. Osman b. Talha’nın Mekke’nin fethi günü Müslüman olduğundan bahse­dilir. Fa­kat bu, tarihçiler tarafından muteber sayılmamıştır. Kuvvetli rivâyet, daha önce anlattı­ğımız gibi, Hz. Osman b. Talha’nın Hicret’in 7. yılı Muharrem ayında Medine’ye gelerek Pey­gamber Efendimi­zin huzurunda Müslüman olduğuna dair olan rivâyettir.
[87] İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 184.
[88] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 178.
[89] Nesefî, Tefsir, c. 4, s. 250.
[90] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 451.
[91] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 556; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 43; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 266.
[92] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 262.
[93] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 65; Müslim, a.g.e., c. 5, s. 114.
[94] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 145.
[95] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 146.