(Hicret’in 8. yılı Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 629)
Peygamber Efendimiz, sadece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslam’a davet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara peyk ve tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslam’ı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) Vâlisine de, ashaptan Hâris b. Umeyr el-Ezdî Hazretlerini nâme-i hümâyunla göndermişti. Busra, o sırada bir beylik idi. Vâlisi ve ahalisi ırkan Arap oldukları halde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans’a tâbi bulunuyorlardı.
Elçi Haris Hazretleri, Dimaşk nahiyelerinden Belka’a bağlı Mu’te köyüne varınca, Bizans Kayserinin Şam vâlilerinden olan Şürahbil b. Amrü’l-Gassanî’nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Haris’in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği halde, onu hunharca öldürmüştü.[1]
Elçisinin şehit edildiğini haber alan Resûl-i Zîşan, pek ziyade müteessir oldu. Sahabe-i güzin de fazlasıyla üzüldü. Zira, o âna kadar Resûl-i Kibriya Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.[2]Haris, Hz. Resûlullah’ın şehit edilen ilk ve son elçisidir. Bu bakımdan, bu vahşîce cinayet çok büyük bir mana taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah’ı ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hadiseydi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslam’a karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi, devletler arasında cârî “Elçiye zevâl olmaz” temel prensibini de ihlâl etmişti.
Hadiseyi değerlendiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, derhal bir ordu teşkil etti; üç bin mücahitten meydana gelen bu ordunun başına da, kendi azatlısı olan Zeyd b. Hârise’yi tayin etti.
Resûl-i Ekrem, Zeyd b. Hârise’yi kumandan tayin ettiğini belirttikten sonra da, “Zeyd şehit olursa, yerine Cafer b. Ebû Tâlib geçsin! Cafer şehit olursa, Müslümanlar aralarında münasip birini kendilerine kumandan seçsin!”[3]diye buyurdu.
Feraset sahibi Müslümanlar, bu ifadelerdeki ince manayı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, “Yâ Resûlallah, keşke sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak!” derken, Hz. Resûlullah hiçbir cevap vermeyip sustu.
Ya, sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar? Onlar da âkıbetlerinin Hz. Resûlullah’ın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri halde, yola çıkmakta zerre kadar tereddüt göstermediler, emr-i Peygamberî’ye ruh-u canla itaat ettiler. Evet, onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı! Ama bu ölüm, normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm, onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehitlik… Gönüllerinde yatan tek gaye, İ’lây-ı Kelimetullah; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdet idi. İşte, onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi!
İslam Ordusunun Medine’den Uğurlanışı
Üç bin kişilik İslam ordusu, bir vücut haline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, beyaz bir sancak bağlayıp Komutan Hz. Zeyd’e verdi ve “Hâris b. Umeyr’in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslam’ı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ; etmezlerse, Allah’ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!”[4]diye emretti.
Bu tavsiyeden bile, İslam ordusunun intikam duygusundan uzak, İslam’ı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâlâ anlamak mümkündür!
Mücahitleri uğurlamaya Resûl-i Ekrem’le birlikte birçok Müslüman da Seniyyetü’l-Veda’ya [Veda Yokuşu’na] kadar gelmişti. Resûl-i Ekrem burada durdu ve mücahitlere, “Ben, size, Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda Allah’ın ismiyle savaşınız! Ganimet mallara hıyanet etmeyiniz! Ahde vefasızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, yaşlanmış pîr-i fanileri katletmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız! Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibadete vermiş birtakım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!”[5]diye emir ve tavsiyede bulunduktan sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd b. Hârise’ye şunları emretti:
“Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma!
“Sonra, onları muhacirler yurdu olan Medine’ye hicrete davet et! Davetine icabet ederlerse, muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!
“Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanlardan göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün kendileri hakkında da uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!
“Eğer Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye davet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah’ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
“Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah’ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah’ın hükmüne göre teslim alma; fakat kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah’ın, onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin!
“Eğer muhasara altına aldığın kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah’ın ve Resûlünün emanını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resûlü adına eman verme! Fakat kendi emanını, babanın emanını ve arkadaşlarının emanını ver! Çünkü siz, kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu eman sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resûlü adına vermiş olduğunuz eman sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir.”[6]
Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, “Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ sâlim geri çevirsin!” diye dua ettiler.
Medine’ye dönen Resûl-i Kibriya Efendimizi ise, Abdullah b. Revâha (r.a.), “Geride kalan, hurmalıkta kendisine veda ettiğim zâta; o en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selam olsun!”[7]diyerek selamladı.
Artık İslam ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine’den uğurlanmıştı. Hz. Fahr-i Âlem’in bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak, başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sînedeki yürekler, Hz. Resûlullah’ın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sînesine süzülen bu mücahitler, kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa, Suriye hududunda bulunan, reisliğini Şürahbil b. Amr’ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat hayır! Bu, işin sadece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğu’nun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu!
Şürahbil’in Hazırlanması
Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahitler, uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.
Bu sırada Şürahbil’in kulağına, “İslam ordusunun Medine’den hareket ettiği” haberi ulaştı.
Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius’a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi’l-Kurâ’ya gelip konmuş bulunan İslam ordusuna karşı da, kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücahitler, vuku bulan çatışmada Komutan Sedus’u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil’in gözünü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslam ordusu, Vadi’l-Kurâ’dan ayrılarak Şam topraklarından Maan’a gelip konakladılar. Mücahitler, burada korkunç bir haberle irkildiler: “Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan yüz bin askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş!”
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de, Hz. Zeyd, mücahitlerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
“Resûlullah’a ﷺ yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim; bize savaşacak er göndersin ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim!”[8]
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki konuşma sırası ona gelmişti. Bu, hem büyük bir şâir, hem de emsâlsiz bir kahraman olan Abdullah b. Revâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusuna, “Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzuyla yola çıktığınız şehitliktir! Biz, insanlarla, ne sayıca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz! Gidiniz, çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehitlik ya zafer!”[9]diye kahramanca cevap verdi.
Mücahitler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah b. Revâha’dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihat aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nurani birer alev halini aldı ve “Vallahi, Ravaha’nın oğlu doğru söylüyor!” diyerek, cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
Hesaplaşmanın Başlaması
Tarih, Hicret’in 8. yılı, Cemaziyelevvel ayını gösteriyordu.
Yer, Mu’te Meydanı idi.
Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu; diğer tarafta, üç bin kişilik, görünüşte hasmına kıyasla gayet az ve harp malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslam ordusu… Birincisinde her şey var, bir tek şey yok; ikincisinde ise düşmana nisbetle hiçbir şey yok, sadece bir tek şey var: İman… Uğrunda her şeylerini feda etmek duygusuyla harekete geçen, dinlerinin sahibi Allah’a iman ve O’nun yardımına olan itimat!
Zâhire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garip bir durum arz ediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin manasız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete manasızca sebebiyet verdiği için Şürahbil’i de tekdir etti.
Ne var ki Kayser, iki şeyi birbirine karıştırıyordu: Görünüş ile hakikati… Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu gözleri kamaştırıcı bir haşmete sahipti; ama hakikatte bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslam ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü; ama hakikatte bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mana, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli imanın, büyük ruhun ve haşmetli mananın olagelmiştir.
İki taraf, artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak manasızdı.
İslam ordusunun kumandanı Hz. Zeyd b. Hârise, Resûl-i Kibriya’nın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma, şimşek çakışları süratinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.
Hz. Zeyd’in Şehâdeti
Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse, kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve feda etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.[10]
Sancak sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd’in şehit olduğunu gören, Hz. Resûlullah’ın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yeni kumandan Hz. Cafer, bir ok süratinde sıçrayarak o mübarek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.[11]Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak, safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd’in şanlı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış; olsun! Kuvvetliymiş; ne çıkar? Yiğit, her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zaten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehit olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı? Olsun; ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeler kazanmak az şey mi?
Hz. Cafer de Şehit Düştü
Kumandan Hz. Cafer gibi, her mücahit aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kutsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslam ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslam ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olursa, hem maddî hem mânevî zaferi elde etmiş olacaklar; mağlup olup şehit olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telâşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddit gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki Hz. Cafer’in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hain bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlünün teslim ettiği İslam’ın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübarek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kollarıyla sarıldı.[12]Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük ideal, bu ne kutsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Cafer (r.a.) bizzat yaşıyordu; evet, bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Cafer’i de Hz. Zeyd’in kavuştuğu şehitlik mertebesine çıkardı.[13]Henüz o sıra kırk bir yaşında bulunan bu İslam kahramanının vücuduna baktıklarında, doksandan ziyade mızrak, ok ve kılıç yarası görüyorlardı.[14]
Sancak Abdullah b. Revâha’nın Omuzunda
Kumandanlık sırası Abdullah b. Revâha Hazretlerine gelmişti.
Atının üzerinde, ak sancak omuzunda, düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis, bu vaziyette iken bile onu vesvese ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiçbir zaman yanından ayrılmayan nefsi… Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
“Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden râzı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm! Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ diyen ağlamaklı sesler yükseliyor. Anladığım kadarıyla, sen pek cennetten hoşlanmamış görünüyorsun! Yıllardır, hâlâ itminana ermemişsin! Ey nefsim, sen şimdi öldürülmezsen, daha hiç ölmeyecek misin ki? İşte, ölüm gelip çattı; arzu etmediğin halde! Eğer o iki kişinin yaptığını yapar, şehitliği tercih edersen, en isabetli işi yapmış olursun! Eğer gecikirsen, bedbaht olursun!”[15]
Nefsini mağlup eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi; parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı koparttıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, adeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek lokma almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu… Ama nerede? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, “Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün!” diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.[16]
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı yüce makama erişti.[17]
İslam Ordusunun Dağılması
Üst üste üç kahraman kumandanını şehit veren ve başsız kalan İslam ordusu, düşman karşısında dağıldı. Mücahitler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada birkaç mücahit şehit oldu.
Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullah’ın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah b. Revâha şehit olunca, Ebu’l-Yeser Ka’b b. Umeyr eline alarak mücahitlerden Sâbit b. Akrem’e vermişti. Bu sahabe de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplanmaya çağırmıştı. Mücahitlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez tarafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan sahabe Sâbit b. Akrem, toplananlara, “Ey mücahitler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!” diye seslendi.
Mücahitler, “Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız!”[18]dediler.
Ne var ki Sâbit Hazretlerinin, gözü bir başkasındaydı: Orduya, İslam’daki sadâkat ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid b. Velid’di bu! “Ben bu işi yapamam!” diyen Sâbit b. Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid’e, “Ey Ebû Süleyman! Gelip, alsana şu sancağı!” diye seslendi.
Ne var ki saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid, bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
“Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın! Çünkü benden daha yaşlı ve Bedir Savaşı’nda da bulunmuşsun!”[19]
Evet, Hz. Hâlid’in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat, çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmaktan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslam ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sâbit b. Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid’e tekrarladı: “Al, Resûlullah’ın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin!”
Sonra da Hz. Hâlid’in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, “Hâlid’i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?” diye seslendi.[20]
Gözlerini bu kahraman sahabenin üzerinden ayırmayan mücahitler, hep bir ağızdan “Evet!” dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullah’ın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlıyarak yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık kumandan, Hz. Hâlid’di!
Peygamber Efendimizin, Muharebe Safhalarını Haber Vermesi
Bütün bunlar olup biterken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, harbe iştirak etmeyen ashabıyla birlikte Medine’de bulunuyordu. Medine neresi, Mu’te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbîn göze sahip Resûl-i Kibriya için kısaldı ve adeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşçasına çarpışmanın safahatını ashabına teessür içinde teker teker anlattı: “Zeyd b. Hârise sancağı eline aldı ve şehit oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da şehit oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da şehit oldu! Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz!”[21]Sonra da, mübarek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
“Abdullah b. Revâha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı! Allahım, sen ona yardım et!”[22]
Bu durum, Cenab-ı Hakk’ın müsaadesiyle mucize olarak gaybden bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir!
Kumandan Hâlid b. Velid
Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini, yayından kopmuş oklar halinde mücahitler takip ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da birçok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
Hz. Hâlid’in Taktiği
Bilindiği gibi, o zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi: Sabahleyin, herkes işine gücüne gider gibi, asker silahını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı; akşam olunca da, yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid, kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Hâlid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harp sanatında, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mahirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, birtakım plânların ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
Gün doğuşuyla birlikte İslam ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslam ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin manasını anlıyorlardı: “Demek ki Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmiş. Baksanıza, şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.”[23]
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli bir ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor, birbirlerine “Ne yapacağız!” der gibi manalı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.[24]
Düşman birlikleri ise, karşılarında yeni simalar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zanına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Hâlid, bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldığını fark edince, vakit kaybetmeden mücahitlere hücum emri verdi. Yeni harbe girmişçesine şiddetli hücuma geçen mücahitler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O, görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu, çareyi kaçmakta buldu! Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.
Allah’ın, Müslümanları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid’in elinde tam yedi kılıç parçalandı.[25]Yedi kılıç parçalanırken, kim bilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücahitlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, Yüce Allah’a hamdetti. Onun hamdine mücahitler de, kendilerine umulmadık bir anda bu fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid’in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücahitler, kendilerinin aşağı yukarı kırk, elli misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın, bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslam’ın izzetini, şerefini, şânını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten, düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı, belki de sevindi.
Böylece, Hz. Hâlid’in taktiğinin ikinci kısmı da müspet netice vermiş ve bir avuç İslam mücahidi, düşman diyardan, tereyağından kıl çekercesine geri çektirilerek yok olmaktan kurtarılmıştı.
Bu, Yüce Allah’ın gerçekten büyük bir lûtfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslam ordusu sadece on beş kadar şehit vermişti.[26]
Medine’ye Dönüş
Hz. Hâlid, Allah’ın yardımıyla mahvolmaktan kurtardığı ordusuyla Medine’ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslam ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları, elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücahitler, Medine’ye, parlak bir zaferi kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada, mücahitlerden Ya’lâ b. Ümeyye, önden giderek, henüz ordu Medine’ye varmadan Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriya, “İstersen, olup bitenleri, ben sana anlatayım!” buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya’la, “Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki sen mücahitlerin hadiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın!”[27]dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz ise, “Allah, yeryüzünü (aradaki mesafeyi) ortadan kaldırdı; ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm!”[28]buyurdu.
Peygamberimizin, Hz. Cafer’in Şehit Olduğunu, Ailesine Haber Vermesi
Hz. Cafer’in Mu’te’de şehit olduğu gündü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, harbin safahatını anlatıp üç kumandanın şehit olduğunu ashab-ı kirama haber verdikten sonra, Hz. Cafer’in evine gitti.
Hz. Cafer’in hanımı Esmâ bint-i Ümeys, her şeyden habersiz, işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Esmâ! Cafer’in oğulları nerede?” diye sordu.
Hz. Esmâ’nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullah’ın bu isteği altında herhangi bir mana aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, onları bağrına bastı, öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda, Hz. Esmâ’nın yüreği dağlanır gibi oldu. “Yâ Resûlallah” dedi. “Anam babam sana feda olsun! Sen niçin ağlıyorsun? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?”[29]
Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi: “Evet, onlar bugün şehit oldular!”[30]
Hz. Esmâ’nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar, başına toplandılar. Hz. Resûlullah’ın ona emri şu oldu:
“Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba söz kaçırma ve göğsünü de dövme!”[31]
Daha sonra Efendimiz, hâne-i saadetine geldi; zevcelerine, “Cafer ailesi için yemek yapmayı ihmâl etmeyiniz” buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Cafer’in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi. İslam’da ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Cafer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.[32]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cafer’in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakk’ın ona iki kanat verdiğini ve cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona “Cafer-i Tayyar” denilmiştir.[33]
Peygamber Efendimizin, Zeyd b. Hârise’nin Kızının Bakışına Dayanamayıp Ağlaması
Henüz, İslam ordusu Mu’te’den Medine’ye dönmemişti.
Hz. Resûlullah, bir ara, harpte şehit olan Zeyd b. Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriya’nın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
Sa’d b. Ubâde Hazretleri, “Yâ Resûlallah, nedir bu?” diye sordu.
Efendimiz izah etti: “Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.”[34]
İslam Ordusunun Karşılanışı
Oldukça sıcak bir gündü.
Hz. Resûlullah’ın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen, artık Zeyd ordusu değil, “Seyfullahi’s-Sarim [Allah’ın Keskin Kılıcı]” unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid ordusu idi.
Tecessüm etmiş ruh ve cesaret âbidesini andıran mücahitler, üç kumandan dâhil on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslam’a parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde, Medine’ye, semâda süzülen parlak yıldızlar misâli akıyorlardı.
Bu sırada Resûl-i Ekrem, ashab-ı kirama, “Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım!” buyurdu.
Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahitleri karşılamak üzere adeta Medine’yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de, bu mücahitleri karşılamaya çıkıyordu; onlara “Hoş geldiniz” demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misâli sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kutsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Cafer’in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi; yoluna öylece devam etti.
Medine’nin Cürüf mevkiinde, mücahitlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada, mücahitlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi: “Allah yolunda savaşmaktan kaçan kaçaklar!”[35]Mücahitler, işittikleri bu sözlerden üzüntü duydular; durumu Hz. Resûl-i Ekrem’e şikayet ettiler. Kâinatın Efendisi, “Sizler, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!”[36]buyurarak onları teselli etti.
Hz. Resûlullah’ın bu sözleri üzerine, Müslümanlar da, mücahitleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
ZÂTÜ’S-SELÂSİL SEFERİ
(Hicret’in 8. senesi Cemaziyelahir ayı / Milâdî 629)
Bazı Arap kabileleri, Mu’te Harbi’nin neticesini Müslümanlar için zâhirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki Medine’ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kuzaa, Beliy, Cüzam, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.[37]
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr b. Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve “Ey Amr! Silahını kuşan, yolculuk elbiselerini üzerine giy ve hemen yanıma gel!” buyurdu.
Hz. Amr, hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Amr!” dedi. “Seni selamete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum!”
Hz. Amr, “Yâ Resûlallah! Ben zengin olayım diye Müslüman olmadım; hiçbir karşılık beklemeden ve cihatlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum!” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır!”[38]diye buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr’ı tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr’ın, Beliy kabilesiyle akraba oluşuydu. Babaannesi Beliy kabilesindendi. Amr’ı göndermekle, onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslamiyete ısındırmak istiyordu!
Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslam’a davet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki muhacir ve ensardan müteşekkil üç yüz mücahitle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine, ashaptan Râfi’ b. Mekîs’i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine’ye gelen bu sahabe, durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrâh kumandasında iki yüz kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ile ensar ve muhacirin ileri gelenlerinden birçok kimse vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Amr b. Âs’la buluşup hep birlikte hareket etmelerini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tembih etti.[39]
Takviye birliği süratle yol alarak Hz. Amr’ın yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim! Çünkü Resûlullah’a haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim!” dedi.
Fakat Ebû Ubeyde Hazretleri, kendi birliğine kumandanlık etmek istedi ve “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım; sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!”[40]diye karşılık verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullah’ın tembihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi. “Ey Amr! Resûlullah’ın ﷺ, Medine’den ayrılırken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilâfa düşmeyiniz’ emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim”[41]dedi.
Böylece, başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr b. Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahitlere o kıldırmaya başladı.[42]
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sert idi. Mücahitler, ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de Kumandan Hz. Amr, buna kat’iyetle müsaade etmedi. Bu durum, ashabın itirazına sebep oldu.
Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince, Hz. Amr b. Âs, “Sen, beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Evet…” dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, “O halde, neye emrolundunsa onu yap!”[43]dedi.
Hz. Ömer, bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve “Bırak onu; istediğini yapsın. Resûlullah ﷺ, onu ancak harpteki mahareti sebebiyle başımıza kumandan tayin etti. Mademki o şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz”[44]diye konuştu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahitlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücahitler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiçbir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti; fakat yakılmadığı takdirde düşman, mücahitlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti: Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi; ancak onlar da bir müddet sonra mücahitlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.[45]Harp sanatını iyi bilen Komutan Amr (r.a.), kaçanları, “Mücahitlere bir pusu kurulmuş olabilir” ihtimalini göz önüne alarak takipten vazgeçti. İslam ordusu, gayesine ulaşmış olmanın huzurunu içinde Medine’ye döndü.
Amr b. Âs’ın Peygamberimize Suali
Mücahitlerle Medine’ye dönen Kumandan Amr b. Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
“Resûlullah ﷺ, beni askerî bir birliğin başında Zatü’s-Selâsil’e göndermişti. Askerî birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu.
“‘Resûlullah’ın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kumandan tayin ederek göndermezdi’ diye içime doğdu.
“Hemen Resûlullah’ın yanına varıp, ‘Yâ Resûlallah! Halkın sana en sevgilisi hangisidir?’ diye sordum.
“‘Âişe’dir’ buyurdu.
“‘Erkeklerden kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’nin babasıdır’ buyurdu.
“‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
“‘Ondan sonra Ömer’dir’ buyurdu; birtakım erkeklerin daha isimlerini saydı.
“Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım!’ dedim ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum!”[46]
Hakikat-ı halde, Amr b. Âs Hazretleri, ashab-ı kiramın büyüklerindendi. Fakat o vakit sahabeler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zât ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabaka vardı. İşte, bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
SİFÜ’L-BAHR SEFERİ
(Hicret’in 8. senesi, Receb ayı)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı muhacir ve ensardan müteşekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.[47]Maksat, bu İslam düşmanı kabileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücahitler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hatta ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeye kalkan mücahitler, nihayet Sîfü’l-Bahr’e [Deniz Sahili] vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzak-ı Zülcelâl, denizden, dalgalarla, kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.[48]Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler. Hiç kimseyle karşılaşmayan mücahitler, Medine’ye döndüler. Mücahitler, Peygamber Efendimize, deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular. Peygamber Efendimiz, “O, Allah’ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır” buyurdu ve ilave etti: “Yanınızda, o balığın etinden bir şey varsa, bize de yedirseniz!”
Mücahitlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi.[49]
_________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 128; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 173; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 153.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 128; İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 173.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 128; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 455.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 128; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 787.
[5] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1357; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 162-163; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 787.
[6] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 358; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1357-1358; Ebû Dâvûd, a.g.e., c. 3, s. 37
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 16.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 17; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 17; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 173.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 19; İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 173.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 38.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 38.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 20-21; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 109.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 109.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 130.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 21; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129-130.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 22; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 299; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 110.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 299; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 467.
[23] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 467; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 788.
[24] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 469; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 788.
[25] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 253; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 472.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 30; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 407; c. 4, s. 141.
[27] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 468.
[28] İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 174; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 468.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 22; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 282.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 22; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 282.
[31] İbn Sa’d , a.g.e., c. 8, s. 282.
[32] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 477
[33] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 242.
[34] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 47.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 24; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 24; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 129; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 792.
[37] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 131.
[38] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 197.
[39] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 131.
[40] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 517.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 272.
[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 272; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 104; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 617.
[43] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 199-200.
[44] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 200.
[45] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 517.
[46] Buharî, Sahih, c. 5, s. 113; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 203; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 521.
[47] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 132.
[48] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 281; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 411; Taberî, Tarih, c. 3, s. 105.
[49] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 411; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1536.