(Hicret’in 7. senesi Zilkade ayı / Milâdî 628)

Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiramın Kâbe’yi zi­yaret edip umre yapmalarına, Ku­reyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzala­nan Hudeybiye Antlaşması’yla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve ar­zularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.

Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, Peygamber Efendimiz, bu bir sene zarfında birçok muvaffakiyet elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslam’dan haberdar et­miş ve onları İslam’a davette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslami­yet­le mü­şerref olmuşlardı. Ayrıca Hay­ber’i fethederek, he­men hemen Arabistan Ya­rı­ma­dası’nda bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine İslamiye­tin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da birçok ka­bileye askerî birlik göndererek onları itaat altına almıştı.

Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin ifası zamanı gelmiş bu­lu­nuyordu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilkade ayı girince, ashabına umre için hazır­lan­malarını emretti. Bu emre göre, Hu­dey­biye Seferi’ne katılmış bulunanlar­dan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı.[1]

O sırada Medine’ye taşradan gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diye­rek durumlarını arz ettiler.

Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Me­dine halkına duyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, sadaka olarak neyi ve­relim? Verecek hiçbir şey bulamıyoruz ki!”

Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ne olursa… İsterse yarım hur­ma olsun!” bu­yur­du.

Medine’den Ayrılış

Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf b. Azbat’ı vekil bırakıp, umre için ha­zırlanmış bulunan iki bin civarındaki Müs­lümanla Medine’den Mekke’ye, Beytullah’a doğru yola çık­tı.[2]Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca Ku­reyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Hâlbuki, yapılan anlaşma ge­reği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak ve o da kınına so­kulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise vaadinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Re­sû­lul­lah, neden böyle hareket ediyordu? Bu husus, sahabelerin na­zarından kaçmadı. Sordular: “Yâ Re­sû­lal­lah! Müş­riklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dair ah­din vardı. Hâlbuki, sen silah taşımaktasın!”

Hz. Fahr-i Âlem, sebebini izah etti: “Biz, bu silahları Harem’e, Ku­reyşlilerin ya­nına götürmeyeceğiz; fakat her ihtimale karşı yanımızda bulunduraca­ğız!”[3]

Pey­gam­be­ri­mizin İhrama Girişi

Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Mu­ha­cirlerin duyduk­ları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi: Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ede­ceklerdi! Hepsinden de mühimi, kendilerini hakir gören, kendilerine olma­dık eziyet ve işkencelerde bulunan Ku­reyş müşriklerine İslam’ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu!

Zülhuleyfe mevkiine varılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muhammed b. Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurban­lık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.[4]

Artık etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadâ­la­rıyla adeta sarsılı­yordu:

“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’nimete leke ve’l-Mülk! Lâ şerike leke.”[5]

Müşriklerin Korku ve Telâşı

Önden giden Muhammed b. Mesleme komutansındaki yüz atlı birliği ve be­raberinde götürdükleri silahlar, Mer­ru’z-Zehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü.

“Nedir bunlar?” diye sordular.

Muhammed b. Mesleme, “Re­sû­lul­lah’ın ﷺ süvarileridir” dedi ve de­vam etti: “Kendileri de inşallah yarın sabah burada olacaklardır!”[6]

Adamlar şaşkına döndüler ve son sürat yol alarak haberi Mekke’ye ulaştır­dılar. Müşrikleri, bir korku ve telâş sardı. “Muhammed, üzerimize yürüyor!” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.

Gerçi Hz. Re­sû­lul­lah, Hendek Harbi’nden sonra, “Artık onlar bizim üzeri­mize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz!” buyurmuşlardı; ama bu sefer, o gayeyle tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi, Kâbe’yi ta­vaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.

Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adam­larını gönderdiler.

Peygamber Efendimiz, Merru’z-Zehran’da

Telbiye sadâlarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslü­manlarla birlikte Merru’z-Zehran’a geldi. Oradan bütün silahları Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs b. Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.[7]

Resûl-i Ekrem, Batn-ı Ye’cec’de

Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mev­kiine vardı.

Bu sırada Ku­reyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed!” dediler. “Her­halde sana, bizim küçük veya büyük her­hangi bir hıyanetimiz, vefasızlığımız haber verilmiş de­ğil­dir. Buna rağmen, Harem’e, kavminin yanına, böyle silah­lı mı gireceksin? Hâlbuki, oraya, yolcu silahı olan kın­la­rına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin.”

Peygamber Efendimiz, meseleyi izah etti: “Harem’e kınlarında sokulu kı­lıçlardan başka silahla girecek değiliz! Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişim­dir! Fakat silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim!”

Ku­reyş Baştemsilcisi Mikrez b. Hafs, aynı sözleri tasdik etti: “Senden bekle­nen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır!”[8]

Mekke’nin Boşaltılması

Durum, temsilciler tarafından süratle Ku­reyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemi­ren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nurani bayramlarını yakından temâşâ etmemek için, Ku­reyşliler, Mekke’yi boşalttılar.[9]

Peygamber Efendimiz, Mekke’de

Hz. Re­sû­lul­lah, müstesna bir ihtişam ve vakarla, devesi Kas­vâ’­nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar, etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları an­dırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz, bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe-i Muazzama’ya, Beytullah’a yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!” nidâları Mek­ke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nurani sadâya cevap veri­yor­lar­dı. Müşrikler ise bu kuytu yerlerde, dağ başlarında adeta bu ulvî sa­dâya kulak­larını tıkamış, bu haşmetli man­zara karşısında gözleri­ni kapatmışlardı.

Kasvâ’nın yuları Şâir Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Hz. Re­sû­lul­lah’ın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:

“Ey kâfir oğulları! Re­sû­lul­lah’ın yolundan çekiliniz!

“Rahmân olan Allah, onun hak peygamber olduğuna dair ayetler indirdi.

“Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.

“En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”[10]

Bu ulvî ve nurani manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, tel­bi­ye­lerle Beytullah’a vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Haram’a girince, omuz ih­ramının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde göste­recek olan kahramanları, Allah rahmetiyle yarlıgasın, esirgesin!”[11]bu­yurdu.

Sonra, sahabelere, Kâbe-i Muazzama’yı üç kere koşa ko­şa ve omuzlarını sil­ke silke tavaf etmelerini emretti[12]Zira, Ku­reyş müşrikleri, “Yanımızdan çı­kıp gittikten sonra Mu­hammed ve ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır!” şek­linde dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyor­lardı.

Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da ashab-ı kirama güçlü ve kuvvetli gö­rünmelerini emrediyordu.

Kâbe’yi Tavaf

Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde idi. Kas­vâ’nın yuları ise Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Sahabeler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.

Peygamber Efendimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istîlâm etti; sonra da değneği öptü. Ashab-ı kiram da aynı şeyi yaptı.

Ashab-ı güzin, tavafın ilk üç devresinde, Pey­gam­be­ri­mizin emri gereği, hız­lı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.

Abdullah b. Revâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye de­vam ediyordu:

“O Allah’ın ismiyle başlarım ki dininden başka gerçek din yoktur O’nun…

“O Allah’ın ismiyle başlarım ki Muhammed Resûlüdür O’nun!

“Çekilin, ey kâfir oğulları, Re­sû­lul­lah’ın yolundan!”[13]

Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:

“Ey İbni Ravaha! Sen, Re­sû­lul­lah’ın önünde, Allah’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.

Hz. Ömer’e şâirine bedel Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ey Ömer! Ona mani olma! Vallahi, onun sözleri, bu Ku­reyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok te­sirlidir”[14]diye­rek cevap verdi; sonra da Ab­dullah b. Revâha’ya dönerek, “De­vam et, devam et, ey İbni Ra­vaha!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer sustu.[15]

Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zîşan Efendimiz, Ab­dullah b. Re­vâha’ya, “Allah’tan başka ilâh ve mâbud yoktur. bir olan O’dur, vaadini ger­çekleştiren O’dur, bu kuluna nusret veren O’dur, askerlerine kuvvet veren O’dur, toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O’dur”[16]meâ­lin­deki duayı okumasını emretti.

Ashab-ı kiram da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın öğrettiği bu duayı hep bir ağız­dan söylemeye başladılar.

Müşriklerin Şaşkınlığı

Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Re­sû­lul­lah Efendimizle ashab-ı kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çık­mışlardı.

Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzama’yı üç ke­re tavaf ettiklerini görünce, “Demek, Medine’nin humması, sıtması onları za­yıf düşürmemiş! Baksanıza, yürümeye ka­naat etmeyip, silkine silkine koşu­yor­lar!” diyerek şaşkınlık ve hay­retlerini izhar etmekten kendilerini alamadı­lar.[17]

Sa’y Yapılması

Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbra­him’de iki rekât tavaf namazı kıldı; daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ tepe­sine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de, sa’y tamamlandıktan sonra da kur­banların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Re­sû­lul­lah’la bir­likte kurban­larını kestiler. Yine burada, ashaptan Hırâş b. Ümey­ye, Resûl-i Ek­rem Efendimizin başını kazıdı. Sahabe­ler de baş­larını traş ettiler.[18]

Böylece, Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye Seferi’nden önce görmüş olduğu rüya aynen çıkmış oluyordu!

Hz. Bilâl’in Ezan Okuması

Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek is­tedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu!” diyerek müsaade etmediler.

Öyle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygam­ber Efendimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünü­yorlardı. Her birinin ağzından çeşit çeşit nâhoş lâflar çıkıyordu: Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e, bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsa­nın­da bulunmuştur!” dedi. Müşrik Safvan b. Ümeyye, “Şü­kür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü!” di­yerek tedirginliğini ifade ediyordu. Hâlid b. Esid ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükür­ler olsun Allah’a ki babamı öl­dürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine di­kilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diye­rek ifade ediyordu. Bu arada, ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü ka­payanlar da görülüyordu.[19]

Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar eder­ken, ashab-ı kiram ise saf bağlamış, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle nama­zı burada eda edildi.

Hz. Meymûne’nin Pey­gam­be­ri­mize Nikâhlanışı

Asıl ismi “Berre” olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Ab­bas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Cafer’in hanımı Es­mâ’nın kız kardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.[20]

Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu sebeple Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirle bahsederdi. Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip kon­duğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O arada Efendi­mize, “Yâ Re­sû­lal­lah! Meymûne bint-i Haris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu. Peygamber Efen­dimiz de bu teklifi kabul etti.[21]

Resûl-i Ekrem, henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Re­sû­lul­lah’­ın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Re­sû­lul­lah’­ındır!” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar edip kendisini Efendimize bağışladı.[22]

Hz. Abbas da, bunun üzerine, Pey­gam­be­ri­mizden dört yüz dirhem me­hir alan Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı.[23]

Pey­gam­be­ri­mizin, Mekke’de Biraz Daha Kalmak İsteyişi

Peygamber Efendimizin, Hz. Meymûne’yle evlenmesin­de Ku­reyş müşrikle­riyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zira, bir müddet daha kalıp Ku­reyşlilerle konuşma fırsatını el­de etmek için bunu vesile kıl­mak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muahe­desi’ne göre tespit edi­len kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendi­miz, Ku­reyş ileri gelenlerine, “İsterseniz, ailemle ev­lenme merasimini yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve tertipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de davet edeyim” diye teklifte bulundu. Fakat Ku­reyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Pey­gam­be­ri­mizden Mekke’­den çıkıp git­me­sini istediler.

O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde vardı. Ku­reyş temsilcilerinin Resûl-i Kib­ri­ya Efendimize sert ko­nuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl b. Amr’a, “Bu­ra­sı ne senin, ne de babanın top­rağıdır. Vallahi, Re­sû­lul­lah ﷺ buradan an­cak anlaşma hük­mü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez” di­yerek çıkıştı.

Bunun üzerine Ku­reyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler.

Peygamber Efendimiz ise, bu manzaraya tebessüm buyurdular.[24]

Mekke’de Kalma Müddeti Dolunca!

Hudeybiye Antlaşması gereğince, Mekke’de kalma müd­de­ti olarak tayin edi­len üç gün dolmuştu.

Hayatı boyunca düşmanıyla dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine muhalif düşme­mek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzama’yı terk etmek zorunda kalıyordu. As­lın­da bu bir manada uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına günbe­gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla bir­likte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.

Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki birçok ak­rabasıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlerini ve İslam ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nurani bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hâriç, halktan birçok kimsenin gönlünde iman ve İslam’a karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Adeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından birçoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti!

“Amca! Amca!”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada, arkasından masum bir ses duydu: “Amca! Amca!”

Dönüp baktılar. Sesin sahibi, “Şehitlerin Efendisi” Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından!” ifadesi ve manası vardı! Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma!” diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu.

Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.[25]

Pey­gam­be­ri­miz, Serif’te

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Mey­mû­ne’yle evlendi.[26]

Medine’ye Dönüş

Peygamber Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.[27]

Hz. Hamza’nın Kızı Ümâme’nin Hz. Cafer’e Teslim Edilmesi

Hz. Hamza’nın Selma binti Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Medine’ye geti­ri­lince, üzerinde münakaşa çıktı.

Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd b. Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetin­den sonra Hz. Hamza’nın çocuk­larının velisi ve vasîsinin kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını gö­rüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!” dedi.

Hz. Cafer bunu duyunca itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Zevcem Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım!”

Hz. Ali ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Am­camın kı­zını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben be­nim kadar yakın de­ğilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”

Meseleyi neticeye bağlamak, Hz. Re­sû­lul­lah’a kalmıştı:

“Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kar­deşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benze­yensin!” dedikten sonra, kararı şöyle verdi:

“Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine ni­kâhlanıp gelemez!”[28]

Hz. Re­sû­lul­lah bu hükmü verince, Hz. Cafer sevincinden birden ayağa kalktı; Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürü­meye başladı.

Resûl-i Ekrem, “Ey Cafer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Cafer izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kim­seden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!”[29]


_______________________________________________________________

[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 120.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 120.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[4]İhrama girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe, Iraklıların Zât-ı Irk, Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem…
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 435.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[8]Taberî, Tarih, c. 3, s. 101; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 436.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 436; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 780.
[10]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[11]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 12-13.
[12](Şeriat örfünde buna “remi” denir.) İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 306; Müslim, Sahih, c. 2, s. 923.
[13]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 123; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 784.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[17]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[18]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[19]Vakidî, Megazi, c. 2, s. 738.
[20]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 137; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1915-1916.
[21]İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., c. 4, s. 1916.
[22]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 132; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 439.
[23]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 439.
[24]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 433; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[25]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 171; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 443.
[26]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 14; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 122, c. 8, s. 133-134.
[27]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[28]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 159-160.
[29]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 160