Hayber fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.

Asıl ismi “Zeyneb” olan Hz. Safiyye, Benî Nadîr Reisi Hu­yey b. Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri eşrafından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi’ b. Hukayk’ın oğlu Kinâne’yle yeni evlenmişti. Hayber günü Rebi öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar ta­rafından da Kamus Kalesi’nin teslim olması sırasında esir alınmıştı.[1]

Esirler toplandığı zaman Dıhyetü’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir cariye alma­sına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dıhye, Hz. Safiyye’yi be­ğenip al­mıştı.[2]

Fakat ashab-ı kiram, Hz. Safiyye’nin Hayber Reisinin ge­lini ve Benî Na­dîr’in en şerefli bir ailesinin kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Re­sû­lul­lah’a gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Benî Ku­rayza ve Benî Nadîrlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dıhye’nin alması uygun değildir! Onu ancak sen al­malısın!” diyerek itiraz etti­ler.[3]

Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde ashab-ı güzinin kal­ben rahatsız olacakları muhakkaktı. Bunun üzerine Efen­dimiz, Hz. Dıh­ye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu; Hz. Bilâl’i de, Hz. Safiyye’yi ge­tirmeye gönderdi.

Hz. Bilâl’in Hz. Safiyye’yi Getirmesi

Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken, on­ları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cese­dinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryat ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, ba­şı­na topraklar saçtı.

Uzaktan durumu fark eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bi­lâl’e, “Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duy­gusu sökülüp atıldı mı ki bu ka­­dıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?”[4]buyurdu.

Hz. Bilâl, mahcup mahcup huzurda boynunu büktü ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Zâ­tı­nı­zın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’yi arka tarafına almalarını emrede­rek üzerine de omuz atkısını örttü. Bunun üzerine sahabe­ler, Peygamber Efen­di­mizin onu kendisine başkumandanlık hakkı [safiy] olarak aldığını an­la­dılar.[5]

Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye ai­lesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir aileydi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası, İslamiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabi­lecekti. Bir diğer husus da, Resûl-i Ekrem’in bazı evliliklerinde siyasî durumu göz önünde bulun­durmasıydı. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerin­den birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi, düşman ise İslamiyete ve Müs­lümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümmü Habibe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık görülür.

Hz. Safiyye’nin Tercihi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’ye İslam’ı anlattı ve “Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edine­ceğim; şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni azat ederim, sen de gider, kavmine kavuşursun!”[6]buyurdu.

Resûl-i Kibriya Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden birkaç kut­sî kelâm duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda kalbi­nin safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Siz beni İs­lamiyete davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı ar­zu­la­mış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum! Yahudilikle benim hiçbir ilgim kal­mamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam ne de kar­deşim vardır! Sen, beni küfürle İslamiyetten birini seçmekte serbest bırakı­yorsun! Allah ve Allah’ın Resûlü, bana azat edilmem­den ve kavmimin yanına dönmem­den daha sevgilidir! Ben onları ter­cih ediyorum!”[7]

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’yi hürriyetine kavuş­turdu ve onu Ezvac-ı Tâhirat arasına katarak şereflendirdi.[8]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye ile Hayber’de ger­değe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise, Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber’den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamber Efendimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman râzı olmamanın se­bebi neydi?” diye sorunca, Hz. Safiyye, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden kork­muştum. Onlardan uzakla­şınca emniyete kavuştum!”[9]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu bağlılığından memnun oldu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahba mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit ça­dırda gerdeğe girdi.

Hz. Safiyye’nin Rüyasını Anlatması

Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Se­bebini sordu. Hz. Safiyye izah etti:

“Kinâne, b. Rebi ile evlendiğim ilk gece bir rüya görmüştüm. Rü­yamda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şahit oluyordum. Bunu Kinâne’ye anlatınca kızdı ve ‘Sen ancak Hicaz Hükümdarı Muhammed’e var­mak istiyorsun!’ diyerek yüzü­me bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.”[10]

Hz. Ebû Eyyûb’un Fedakârlığı

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının et­ra­fında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabahleyin erkenden çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elin­de kılıç, çadırın yanında görünce, “Yâ Eba Eyyûb! Nedir bu halin?” diye sordu.

Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr sahabe, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybe­den ve henüz yeni Müs­lüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğin­den korktum da çadırını bekledim!”[11]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek tebessümleri arasında, “Allah, seni hay­ra erdirsin!” diye buyurdu ve arkasından ona şu duayı yaptı:

“Allahım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!”[12]

Mücahitlerin Sabah Namazını Kaçırmaları

Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashab-ı kiramla Medine’ye yaklaşmıştı. Sabah na­mazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahitler, bütün gece yol al­dık­ları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla, Peygamber Efendimizin em­riyle bir yerde konakladılar.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktinizi kim bekleyecek? Belki uyuyabiliriz” diye ashab-ı kirama sordu.

Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahitler uyudular.

O arada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çök­müş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uy­kuya daldı. Mücahitlerin “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demeleriyle an­cak uyanabildi. Güneş doğmuş, her taraf aydınlanmıştı!

Resûl-i Ekrem Efendimiz, telâşla, “Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?” diye­rek sitem etti.

Hz. Bilâl, “Anam babam, sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Senin ruhunu tutan kudret, benim de ruhumu tuttu, bırak­madı!” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin!” buyurdu.[13]

Sahabelerin uyuyakaldıkları vadiden çıkılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir!” buyurdu ve abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl’e, “Ey Bilâl! Ezanı oku!” diye emretti.

Ezan okununca Müslümanlar toplandı.

Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünne­tini kılınız” bu­yur­du.

Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Bi­lâl! Kamet getir” de­di.

Hz. Bilâl kamet getirdi.

Peygamber Efendimiz, imam olup namazı kıldırdıktan sonra, ashab-ı ki­rama döndü ve “Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin” diye buyurdu.[14]

Medine’ye Dönüş

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahitlerle bir­likte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud dağı görününce, “Biz Uhud’u se­ve­­­riz, Uhud da bizi!” diye buyurdu. Ordusuyla Medine’ye girerken de, “Yâ Rab­­bi! Sen­den başka mâbud yoktur; yalnız sen varsın. Senin ortağın yoktur; bü­­tün mülk senindir. Bütün hamd da senindir. Allahım! Biz, sana yöneldik; gü­­nahlarımızdan tevbe ediyoruz. Biz, ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize sec­de, Rabbimize hamd ederiz. Rabbimiz vaadinde sâdıktır; kuluna (Muham­med’e) nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğ­ratıp sindirmiştir”[15]diye dua etti.[16]


______________________________________________________________

[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 350; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 120.
[2]Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 153.
[3]Ahmed-i İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 102.
[4]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.123.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-123.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-125
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.122-123.
[10]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 121.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 126.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 354-355.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355.
[14]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 163.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 123-124.
[16]Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazâdan, hacdan veya bir umreden döndüklerinde, bir dağ başı­na çıkınca, yahut düz, yüksek bir sahaya varınca üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yapardı.