(Hicret’in 5. senesi Şâban ayı)

Huzaa kabilesinden Benî Müstalık oymağının reisi Hâris b. Ebî Dırar, kabi­le­siyle birlikte etrafta sözünü geçir­diği birkaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine’ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanı­yordu.[1]

Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine’ye ulaştı. Pey­gamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğ­renmek istiyordu. Bu maksatla, ashaptan Büreyde b. Husayb el-Eslemî’yi vazifelendir­di. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yur­duna gidecek, durumu öğrene­cekti.

Hz. Büreyde, Medine’den ayrılmadan önce, Pey­gam­be­ri­mize, onları şüphe­lendirmemek ve kendini muhafaza et­mek gayesiyle hakikate muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını sordu. Resûl-i Ekrem, gerektiğinde böyle hareket edebileceği müsaadesini verdi.

Hz. Büreyde, Müstalıkoğulları yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi dav­randı ve “Ben, sizdenim. Şu adam (Pey­gam­be­ri­mizi kastederek) için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itaat edenlerle size katılmak is­tiyorum. Onların (Müslümanların) kökünü kazıyıncaya kadar iş birliği yapa­lım!” diye konuştu.

Benî Müstalıkların reisi Hâris b. Ebî Dırar, “Biz de bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!” dedi.

Hz. Büreyde, “Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim” diyerek oradan ayrıldı.[2]

Hz. Büreyde, derhal Medine’ye gelip durumu Resûl-i Kibriya Efendimize bil­dirdi.

İslam Ordusunun Hareketi

Şâban ayının ikinci Pazartesi günü idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişiyle, yerine Hz. Zeyd b. Hârise’yi ve­kil tayin ederek Medine’den hareket etti. İslam ordusunda otuz kadar at vardı. Ayrıca Ezvac-ı Tâ­hi­rat’­tan Hz. Âişe ile Hz. Üm­mü Seleme validemiz de Ordu-yu Saa­det’le birlikte idiler.[3]

Gariptir ki münafıklar, hiçbir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Birçoğu İslam ordusuna katılmıştı.[4]Maksatları, ganimetten istifade etmek ve fır­sat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesat düşürmekti.

Müstalıkoğullarının Âkıbeti

İslam ordusu, Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından birini ele geçirdi. Yapılan davet üzerine Müslüman olma­yınca, öldürüldü.[5]

Bunu duyan Müstalıkoğulları, fazlasıyla korktular; hatta etraftan topladık­ları birçok kimse, kendilerini terk ederek dağıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, ensarınkini ise Sa’d b. Ubâde’ye verdi. Hz. Ömer’e, “‘Lâ ilâhe illallah!’ deyiniz de canlarınızı, mal­ları­nızı koruyunuz” diye seslenme­sini emretti.

Müstalıkoğulları teklifi kabul etmediler; üstelik, mücahit­lere ok atarak, çar­pışmayı bizzat başlatmış oldular.[6]

Bunun üzerine, mücahitler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygam­ber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma em­ri verdi. Hücum netice­sinde Benî Müs­ta­lık­lardan on kişi öldürüldü, geri kalanları ise esir alındı.[7]

İslam ordusundan ise, sadece bir mücahit yanlışlıkla düşmandan biri sanı­larak bir Müslüman tarafından şehit edildi.[8]

Benî Müstalıklardan esir alınanlar iki yüz kadardı. Birçok deve, sığır ve da­var da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı, usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahitler arasında bölüştürüldü.

Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir.[9]

Münafıkların Bir Tertibi

Müreysi Zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahitlerle burada birkaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı.[10]Hatta bazı kay­naklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiçbir gazâya bu derece ilgi gös­terdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi: Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendi­rerek birbirine düşürmek, aralarına fitne fesat tohumu saçmak…

İşte, bu bekleme esnasında, Hazreç kabilesinden Benî Amr b. Avf’ın mütte­fiki olan Sinan b. Veber el-Cühenî ile Hz. Ömer’in Benî Gifar’dan ücretle tut­tuğu seyisi Cahcah ara­sında, kuyu başında kovalarının birbirine karışması yü­zünden bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Si­nan’ın yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise fer­yadı basıp, “Yetişin ey ensar, neredesiniz?” diye bağırdı.

Öte taraftan Cahcah da, “Yetişin muhacirler, neredesiniz?” diye seslendi.[11]

Feryatları duyan ensar ile muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdı­lar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirine gireceklerdi. Mu­hacirlerle ensar­ın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşma­lar yap­tılar.

O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve “Câhiliyye insanlarının davası mı güdü­lüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryatlar? Derdiniz nedir?” diye sordu.

Ashap, bir muhacirin ensardan bir Müslümanı tokatladığını söyleyince, “Bı­rakınız şu Câhiliyye âdet ve davasını… Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Câhiliyye davasını güden, kendini cehenneme atmış olur”[12]buyurdu.

Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve davasından vaz­geçti.

Abdullah b. Übey’in İşi Alevlendirmesi

Bu esnada münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Se­lûl’ün ortaya atıldığı gö­rüldü. Zira, bu hadise, onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahane ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim “Ey ensar! Bu muhacirler, sâye­nizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuş­larken, şimdi bi­ze böylesine hakaretle mu­amele ediyorlar” diye bağırdı.

Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek, “Bunları şehrinize getirip yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek se­bep, yine sizsiniz. Val­lahi, bir Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan (güya kendisi ve etbaı) en zelil ve en zayıf olanı (hâşâ Pey­gam­be­ri­miz ve muhacirler) oradan sürüp çıkaracaktır”[13]diye konuştu. Arkasından da bir sü­rü herzeler savurdu.

Orada bulunan genç sahabe Hz. Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Übey’in bu sözle­rine karşı çıktı ve “Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan, ancak sensin! Muhammed ﷺ ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır” dedi.

Başmünafık, bu sözler karşısında derhal vaziyet değiştirdi ve “Ey kardeşi­min oğlu! Sus! Vallahi, ben şaka yapmıştım!”[14]diyerek münafıklığını ortaya koy­du.

Hz. Zeyd b. Erkam susmadı. Abdullah b. Übey’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Ya­nında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d b. Ebî Vakkas, Muhammed b. Mes­leme gibi muhacir ve ensardan zât­lar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tah­kik etmeyi uygun buldu. Hz. Zeyd’e, “Sakın, İbni Übey’e karşı bir kin ve düş­manlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?” diye sordu.

Zeyd (r.a.), “Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!” dedi.

Resûl-i Ekrem, tekrar, “Yanlış duymuş olamaz mısın?” diye sordu.

Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelime­sine işittiğine dair ikinci defa Allah adına yemin etti.

Abdullah b. Übey’in bu sözleri sarfettiği haliyle orduda duyuldu. Ensardan bazıları, “Kendi kavminin efendisi hak­kında haksız yere isnatta bulundun” di­yerek Hz. Zeyd b. Erkam’ı kınadılar.

Zeyd, onlara cevaben, “Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Ve eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım, yine Re­sû­lul­lah’a gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâlâ’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Re­sû­lul­lah’ın sözlerimi doğrulayaca­ğını umarım” dedi.

Sonra da, “Allahım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir!”[15]di­ye dua etti.

O sırada Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Müsaade buyur da şu münâfığın boy­nunu vurayım! Eğer onu muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyor­sanız, Sa’d b. Muaz veya Muhammed b. Mesleme’ye emredin, onu öldürsün­ler!”[16]dedi.

Resûl-i Ekrem bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da dü­şündürücü oldu: “Eğer ben onun öldürülmesine müsaade edersem, Medine eşrafından birçoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur?”[17]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen, mücahit­lere derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emretti. Hâlbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktığı vâkî değildi.[18]

Abdullah b. Übey’in, Söylediklerini İnkâr Etmesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah b. Übey’i yanına çağırdı:

“Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?” diye sordu.

Başmünafık, söylediklerini inkâr etti: “Hayır! Sana kitabı indirilmiş olan Allah’a yemin ederim ki ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak yalancıdır!” dedi.

Pey­gam­be­ri­mizden, Sıcakta Yola Çıkmanın Sebebini Sormaları

Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçir­mesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı.

Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böy­le zamanda yola hiç çıkmazdın” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Adamınızın söylediğini duymadın mı?” buyurdu.

Üseyd b. Hudayr, “Hangi adam, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sor­du.

Peygamber Efendimiz, “Abdullah b. Übey…” dedi.

Üseyd b. Hudayr, “Ne söylemiş?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “‘Medine’ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zayıf olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır’ de­miş” dedi.

Üseyd b. Hudayr, “Yâ Re­sû­lal­lah! İstersen, sen, onu Me­dine’den sürüp çı­ka­rır­sın! Vallahi, zelil ve zayıf olan odur; aziz ve kuvvetli olan da sensin! Yâ Re­­sû­lal­lah, sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muamele buyur! Vallahi, Allah, se­ni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu. O, elin­den saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır!” diye konuştu.[19]

Peygamber Efendimiz, mücahitlerin Abdullah b. Übey’­in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bu­nun için hareket emri verdiği günden ertesi günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahitler son derece yorulmuş­lardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basın­ca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuz­luktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.

Böylece Re­sû­lul­lah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında büyümesine fır­sat vermemiş oluyordu.

Şiddetli Fırtınanın İfade Ettiği Mana

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek’a mevkiinden hareket edeceği sı­rada şiddetli bir fırtına esti. Mücahitler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne b. Hısn’ın Medine’ye baskın yapmış olmasın­dan endişe duydular. Zi­ra, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Size Uyeyne b. Hısn’tan bir zarar gel­mez” dedi; sonra da, “Korkmayınız! Bu fırtına, büyük bir kâfirin ölü­mü dolayısıyla es­mektedir!” buyurdu.

Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine’ye var­dıklarında, münafıklara arka çıkan Yahudi büyüklerinden Rufâ’a b. Zeyd b. Ta­but’un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler.[20]Bu adam, Pey­gam­be­ri­mizin ve İslam’ın azılı düşmanlarından biriy­di.

Hz. Abdullah’ın Teklifi

Kaderin cilvesi bu… Abdullah b. Übey nifakın reisliğini yaparken, oğlu Ab­dullah ise İslam’ı fevkalâde bir ciddiyet ve ittika içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıktı.

“Yâ Re­sû­lal­lah! Babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek is­tediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyu­runuz, şu anda gidip başını Huzur-u Şerif’e getireyim! Bütün Hazreçliler bilir­ler ki babama pek ziyade muhab­betim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havâle ederseniz, ihtimal ki o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kâfire karşı bir mü’mini öldürerek cehenneme müstahak olurum!” diye konuştu.

Sahabedeki iman, işte böylesine kuvvetliydi: Re­sû­lul­lah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar!

Resûl-i Ekrem, verdiği cevapla, bu kahraman sahabeyi teselli etti: “Ey Ab­dullah! Babanı öldürmeyi istemedim; hiç kimseyi de onu öldürmekle vazife­lendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranırız!”[21]

Hz. Abdullah’ın, Babasının Önünü Kesmesi

İslam ordusu, Medine’ye yaklaşmıştı.

Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah b. Übey’in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve “İzzet ve kuvvetin Allah’a ve Resû­lüne âit olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım!” dedi.

Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddetli hiddetli söyleyen, oğ­lu Abdullah idi. Bunun nasıl yapabilirdi? İman etmiş görünen münafık, el­bette gerçek bir imanın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi! Oğluna, “De­mek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine’ye sokmayacaksın, öyle mi?” de­di.

Hz. Abdullah, “Evet” dedi. “Bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en ze­lil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım! Hatta izzet ve şerefin Allah’a ve Resûlüne âit olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum!”

Başmünafık, Hz. Abdullah’ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca, mec­bu­ren, “Ben şehâdet ederim ki izzet ve kuvvet, Allah’a, Resûlüne ve mü’min­le­re âittir” dedi.

Hadiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah’a, “Allah, seni Re­sû­lünden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın” diyerek dua etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.[22]

Medine’ye Geliş

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine’ye geri döndü.[23]

Münafıklar Hakkında Müstakil Sure İnmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûl ile di­ğer münafıklar hakkında müstakil bir sure nâzil oldu. Surede meâlen müna­fıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:

“Münafıklar sana geldikleri zaman, ‘Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah’ın Peygamberisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O’nun Peygamberisin. Fakat Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar ol­duğunu da biliyor.

“Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah’ın yolundan saptırdılar. Hakikat, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!

“Bu (kötü amelleri şundandır): Çünkü onlar, (zâhiren) iman ettiler; fakat sonra kalpleriyle kâfir oldular. Bu yüzden kalplerinin üstüne (küfür) mühr(ü) basıldı. Onun için onlar (iman hakikatini) anlamazlar.

“Onları gördüğün zaman, gövdeleri (kalıpları kıyafetleri belki) hoşuna gi­der. Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. Hâlbuki onlar, giydirilmiş (kocaman) odunlar gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman, on­lar­dır. O halde onlardan sakın. Allah gebertsin onları! Nasıl olup da (haktan) dön­dürülüyorlar?”[24]

Surenin daha sonraki ayetlerinde ise, Abdullah b. Übey’in sarfettiği sözler­den bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:

“Onlar öyle kimselerdir ki ‘Allah’ın peygamberi yanında bulunan kimseleri beslemeyin. Ta ki dağılıp gitsinler’ diyorlardı. Hâlbuki, göklerin ve yerin hazi­neleri Allah’­ın­dır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar.

“Onlar, ‘Eğer Medine’ye dönersek, andolsun, en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakir (ve zayıf) olanı muhakkak çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki, şeref, kuvvet ve galibiyet Allah’ındır, Peygamberinindir, mü’minle­rindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.”[25]

Allah, Zeyd’i Tasdik Etti

Bu ayetler nâzil olup, münafıkların, yalancıların ta kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyd b. Er­kam’ı huzuruna çağırdı. Ku­la­ğından tuttu ve “İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!” buyurdu; sonra da, “Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti!” dedi.[26]


n__________________________________________________________

[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 63.
[2]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 584.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.
[5]Vakidî, Megazi, c. 1, s. 406.
[6]İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 298.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.
[8]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 302; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 302.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[12]Buharî, Sahih, c. 4. s. 160.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[14]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 597.
[15]Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 417.
[16]Taberî, Tefsir, c. 28, s. 114.
[17]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[18]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[19]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.
[20]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.
[21]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.
[22]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 65.
[23]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 65.
[24]Münafıkûn, 1-4.
[25]Münafıkûn, 7-8.
[26]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.