(Hicret’in 2. senesi 17 Ramazan / Milâdî 13 Mart 624 Cuma)
Kureyş’in Ticaret Kervanı
Hicret’in 2. senesinde Kureyş müşrikleri, bir ticaret kervanı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervana, Mekke’den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi elli bin dinar olan bu büyük ticaret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silah alınacaktı. Kervanın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler ayrıca kervanla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında otuz, kırk kişi kadar muhâfız da göndermişlerdi.[1]
Peygamberimizin Durumu Haber Alması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığındaki bu büyük ticaret kervanının Mekke’ye dönmesine mani olmaya karar verdi. Teşkil ettiği 300 kişiyi aşkın (305-315) sahabeyle yola çıkmaya hazırlandı.
Sa’d ve Babası
Sahabeler, Bedir Seferi’ne katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hatta bu hususta kur’a çekenler bile vardı. Ensardan Sa’d, babası Hayseme’ye, “Eğer bu seferin mükâfatı cennetten başka bir şey olsaydı, senden geri kalırdım! Ben, bu seferde bana şehitlik nasip olmasını umuyorum” diyerek sefere katılma arzusunu izhar etmişti. Babası ise ona, “Sen, rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim” diye cevap vermişti. Ama Sa’d bunu kabul etmemiş ve aralarında kur’a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur’a Sa’d’a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir’de şehit düşerek bu yüksek arzusuna da nâil oldu.[2]
Ümmü Varaka
Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da büyük bir istek ve arzu vardı. Sefer hazırlıkları yapılırken Ümmü Varaka bint-i Abdullah, Resûlullah’ın huzuruna vararak, “Yâ Resûlallah! Bana müsaade et de sizinle birlikte ben de çıkayım. Yaralarınızı tedavi eder, hastalananlarınıza bakarım. Olur ki Allah, bana şehitlik nasip eder” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu fedakâr kadına, “Sen evinde otur, Kur’an oku! Muhakkak ki Allah, sana şehitlik nasip eder” diye cevap verdi.
Bu hadiseden sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, onu hep “şehide” diye anardı.
Nitekim hâfız olan Ümmü Varaka, Hz. Ömer devrinde biri erkek, diğeri kadın iki uşağı tarafından geceleyin üzerine kadife örtü basılarak şehit edildi. Katiller, yakalanarak, asılmak suretiyle cezalandırıldılar. Medine’de, asılmak suretiyle cezalandırmanın ilkini bu hadise teşkil eder.[3]
Medine’den Hareket
Peygamber Efendimiz, yerine mescitte namaz kıldırmakla Abdullah İbni Ümmî Mektum’u vazifelendirdi. Ensardan Ebû Lübabe Hazretlerini ise, şehre nâib [vekil] tayin etti. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları, oldukça sıcak bir Cumartesi gününde mücahitlerle Medine’den hareket etti.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimizin beyaz sancağını Mus’ab b. Umeyr (r.a.) taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz. Ali’nin, diğeri ise ensardan Sa’d b. Muaz Hazretlerinin elindeydi.[5]
Kervan, Bedir[6]mevkiinde karşılanacaktı. Çünkü burası, Mekke, Medine ve Suriye’ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir noktaydı.
Mücahitler, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine’den yola çıkmışlardı; üstelik, Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimiz, orucunu açtı, mücahitlere de açmalarını emir buyurdu.[7]
Yaşları Küçük Olanların Geri Çevrilmesi
Henüz Medine’den fazla uzaklaşılmamıştı. Resûl-i Ekrem, küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları sekiz olan bu küçük mücahitler, ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz, bir ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas der ki:
“Resûlullah’ın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kardeşim Umeyr’in göze görünmemeye çalıştığını gördüm.
“‘Kardeşim, sana ne oldu?’ diye sordum.
“‘Resûlullah’ın, beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum! Hâlbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah’ın bana şehitlik nasip etmesini umuyorum’ diye cevap verdi.
“Kendisi Resûlullah’a arz edilince Resûlullah onu küçük görüp, ona, ‘Sen geri dön’ dedi.
“Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah da müsaade etti. Umeyr’in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağlamıştım.”[8]
Allah yolunda savaşıp şehitlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında müşriklerin oklarına hedef olup bu yüksek gayesine ulaştı.
Develere Nöbetleşe Binilmesi
Müslümanlarla beraber iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe biniliyordu. Peygamber Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı görmek istemiyordu. Hz. Ali ve Mersed b. Ebî Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki sahabe, “Yâ Resûlallah! Sen bin; biz, senin yerine yürürüz” diyorlardı. Ancak Peygamber Efendimiz bunu kabul etmiyor, “Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, ecir ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müstağnî ve ihtiyaçsız değilim”[9]diye cevap veriyordu.
Bu hareketiyle Resûl-i Kibriya, İslam’ın getirdiği adalet ve müsavat düsturunu, her şeyden önce bizzat şahsında tatbik etmiş oluyordu.
Kureyş Kervanının Yol Değiştirmesi
İslam ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu. Henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebû Süfyan, başından beri endişe duyduğu hususu haber aldı: “Müslümanlar, kervanı ele geçirmek için yola çıkmışlar!”
Mekke’ye derhal bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervanın istikametini değiştirerek Kızıldeniz sahilinden Bedir’e uğramadan Mekke’ye doğru yol aldı.
Kureyş’in Harbe Hazırlanması
Ebû Süfyan’dan önce Mekke’ye varan haberci Damdam, acayip bir kılıkla, devesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu: “Ey Kureyş topluluğu! Ticaret kervanınıza, Ebû Süfyan’ın yanındaki mallarımıza Muhammed ve ashabı saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. İmdat! İmdat!”
Haliyle, bu haber Kureyş’in infiâline sebep oldu. Zira, kervanda hemen hemen her ailenin malı vardı. Kureyşliler derhal toplandılar. Süratle hazırlığa başladılar. Alelacele hazırlanan müşrik ordusunun mevcudu 950’yi buldu. Bunların yüzü atlı, yedi yüzü develi idi. Bu rakam sayıca, kervanı takibe çıkan Müslümanların üç katı demekti. Aynı zamanda, Kureyş ordusu, silah bakımından da Müslümanlardan çok daha üstündü.
Bu arada, müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de çıktı. Fakat Ebû Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında onlar da iştirak etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen Ebû Leheb, hasta olduğunu bahane etti ve yerine bedelle birini göndererek Mekke’de kaldı.
Hazırlanan müşrik ordusu, muganniyelerin söylediği şarkılar, kadınların çaldığı deflerin coşkun havası içinde Mekke’den Bedir’e doğru hareket etti.
Yolda, kervanını Bedir’den arızasız geçiren Ebû Süfyan’dan kendilerine şu haber geldi:
“Siz kervanınızı, kervan üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için yola çıkmıştınız. Allah onları kurtarıp selamete erdirdi. Artık dönünüz!”
Ancak Ebû Cehil dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermeyerek şöyle konuştu:
“Vallahi, Bedir’e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp yemekler yeriz. Şaraplar içeriz. Cariyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi, ilerleyiniz!”[10]
Müşrik ordusu Bedir’e doğru ilerlemeye başlarken, haberci de Ebû Süfyan’ın yanına dönüp durumu kendisine anlattı. Ebû Süfyan bu haberden memnun olmadı: “Yazık oldu kavmime! Bu, Amr b. Hişam’ın, Ebû Cehil’in işidir! Dönmek istemedi. O, bunu halka baş olmak sevdasıyla yaptı. Azgınlık, eksiklik ve uğursuzluk getirir” dedi.
Endişesini ise son cümlesiyle şöyle dile getirdi:
“Eğer Muhammed’in ashabı onlara rastlarsa, işleri tamamdır!”[11]
Ebû Cehil’in bütün şirretliğine ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan ayrılanlar da oldu: Ahnes b. Şerîk, müttefiği bulunan Zühreoğullarını ikna ederek beraberce Mekke’ye döndüler. Daha sonra bunları, Hz. Ömer’in kabilesi Adiyy b. Ka’boğulları takip etti.
Müşrik ordusuna Hâşimoğulları da katılmıştı. Kureyş’ten bazıları kendilerine, “Vallahi, ey Hâşimoğulları! İyi biliyoruz ki sizler, her ne kadar bizimle sefere çıkmışsanız da, kalbiniz Muhammed’ledir” deyince, Ebû Tâlib’in oğlu Tâlib de bir grupla birlikte geri döndü.
İslam Ordusu, Zefiran Mevkiinde
Peygamber Efendimiz, mücahitlerle Safra yakınındaki Zefiran mevkiine vardığında, Kureyş’in büyük bir orduyla gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremediler. Zira, niyetleri harp etmek değildi. Bunun için bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik, alınan istihbarata göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silahça onlardan üstün idi.
Mücahitlerle İstişâre
Resûl-i Ekrem, ashabını topladı. Kervanın takip edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı hususunda onlarla istişarede bulundu. Bir kısım mücahit, kervanın takip edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Resûl-i Ekrem, bundan hoşlanmadı. O sırada Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp, müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha muvafık olacağı hususunda konuşunca, Peygamberimiz bundan memnun oldu.
Daha sonra, ensardan Mikdat b. Esved Hazretleri, “Yâ Resûlallah! Rabbin sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi, biz, İsrailoğullarının Hz. Mûsa’ya dediği gibi ‘Git, Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız’ tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz”[12]diye konuştu.
Feragat ve cesaret timsâli bu sahabenin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem, kendisine hayır duada bulundu.
Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü onlar Medine dâhilinde Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, onların bu konudaki görüşlerini sordu.
Ensar nâmına Sa’d b. Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:
“Yâ Resûlallah! Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler de verdik.
“Yâ Resûlallah! Nasıl bilirsen öyle yap; biz, seninle beraberiz. Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki sen bize şu denizi gösterip dalarsan biz de seninle birlikte dalarız! Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”[13]
Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücahit, her şeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman sahabelerin gözünü korkutmadı. Kur’an’ın ifadesiyle, “ölümün ağzına girmeyi”[14]seve seve göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin idrakinde olarak, Din Sahibinin yardımını esirgemeyeceğine gönülden inanıyorlardı.
Mücahitlerin sayısı az, ama imanları ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İstinad noktaları Kâinatın Sahibi idi, reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed ﷺ idi. Böyle bir ordu, elbette her şeyi göze alarak, müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!
Sa’d b. Muaz’ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir seda ile mücahitlere, “Yürüyün ve Allah’ın lûtfuyla şâd olun! İşte, Kureyş’in tek tek düşüp uzanacağı yerleri şimdiden görür gibiyim!”[15]diye hitap etti.
Bu konuşma mücahitler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat artırdı. Bedir’e doğru şevkle yol almaya başladılar.
Düşman Ordusu Sayısının Tahmin Edilmesi
İslam ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Şu küçük tepe yanındaki kuyu başında birtakım bilgiler elde edeceğimizi umarım” buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr b. Avvam ve Sa’d b. Ebî Vakkas gibi bazı sahabeleri o tarafa gönderdi.
O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücahitler onlardan bazılarını ele geçirdiler.
Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, “Bana Kureyş hakkında malumat veriniz!” dedi.
Onlar, “Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar” dediler.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “O topluluk ne kadar vardır?” diye sordu.
“Pek çok” diye cevap verdiler.
Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?” dedi.
“Bilmiyoruz” cevabını verdiler.
Bu sefer Peygamber Efendimiz, “Onlar, her gün kaç deve kesiyorlar?” diye sordu.
“Bir gün dokuz, bir gün on…” dediler.
Sonra, “İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?” diye sordu.
Müşrik sucuları, Kureyş ileri gelenlerinden birçoğunun ismini sıralayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“İşte Mekke, ciğerpârelerini size feda etti!”
Sonra, yine adamlara, “Gelirken, Kureyş’ten geri dönenler oldu mu?” diye sordu.
“Evet” dediler. “Benî Zühreler, Ahnes b. Şerîk’le geri döndüler.”
O zaman Peygamber Efendimiz, “O, doğru yolda değilken, ahiret, Allah ve kitabı bilmezken, Zühreoğullarına doğru yolu göstermiştir” buyurdu.[16]
Müşrik İleri Gelenlerin Vurulacakları Yerler
Bedir’e vardığı gece Peygamber Efendimiz, “İnşallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır, şurasıdır!” buyurdu ve elini o yerlere koyarak müşrik Kureyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gösterdi.
Hz. Ömer der ki:
“Onlardan hiçbirisi de, Nebiyy-i Ekrem’in elini koyduğu yerlerin ne ilerisinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler!”[17]
İslam Ordusunun Bedir’e Önce Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle, müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını ashabıyla görüştü.
O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubâb b. Münzir ayağa kalktı ve “Yâ Resûlallah! Biz harpçi kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbaı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm” diye konuştu. Sonra da, “Yâ Resûlallah! Burası, sana Allah’ın inmesini emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi” buyurdu.
Bunun üzerine Hubab, “Yâ Resûlallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu suyla dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler, zor duruma düşerler” diye konuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Hubab! Doğru olan görüş, senin işaret ettiğindir” buyurarak hemen ayağa kalktı. Mücahitler de derhal ayağa kalktılar. Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun yanına kadar gittiler.
Sonra, Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyuyla dolduruldu ve içine de bir kap konuldu.[18]
Peygamberimiz İçin Gölgelik Yapılması
Bu arada, Sa’d b. Muaz Hazretlerinin teklifiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz için, hurma dallarından bir gölgelik, yani çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir’le birlikte girdi.
Sa’d b. Muaz Hazretleri de, kılıcını takınıp, ashab-ı kiramdan birkaç zâtla birlikte, gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.[19]
Ordunun Harp Nizamına Sokulması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Müslüman kuvvetler; muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus’ab b. Umeyr, Evslilerinkini Sa’d b. Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubâb b. Münzir Hazretleri tutuyordu.[20]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu tâlimatı verdi:
“Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunca düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır.”[21]
Mücahitlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaa harbinde bulunacakları için, bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu; çünkü taarruz taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla, hücum esnasında çok çok birkaç taş taşıyıp atabilirlerdi.
Dua ve İbâdet ile Geçirilen Gece
Harpten bir önceki gece idi.
Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek kadar tesirli şu duasını yaptı:
“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir!
“Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.”[22]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tekrarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
İki Ordu Karşı Karşıya
Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.
Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.
Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.
Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele verilemeyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
Muhacirlerden İlk Şehit
Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Amir b. Hadremî, harp usûlüne muhalefet ederek, mücahitlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca Hazretlerine isabet etti ve orada İslam ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca, şehitlerin efendisidir” buyurarak İslam’ın bu ilk şehidini tebcil etti.
Mihca Hazretlerinin şehâdeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan, Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe ile Utbe’nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.
Benî Neccâr’dan Afra isminde bahtiyar İslam kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de hazır bulunuyordu. Onlardan ikisi, Muaz ve Avf ile Resûlullah’ın şâiri Abdullah b. Ravaha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu.
Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular.
Onlar, “Ensardan filan ve filanız” diye cevap verdiler.
Müşrikler, “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğullarıyla çarpışacağız” dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!” diye konuştular.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine dua etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” diye emretti.[23]
Müşriklerin Yere Serilmeleri
Resûl-i Kibriya Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman sahabe, derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için, Utbe onları tanıyamadı.
“Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığınızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım” diye seslendi.
Üç kahraman sahabe de isim ve şöhretlerini söyleyince, müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz. Buyurun!” deyip kılıçlarını sıyırdılar.
Ubeyde b. Hâris, Utbe b. Rabia’yla; Hz. Hamza, dengi Şeybe b. Rebîa’yla ve Hz. Ali ise, Velid b. Utbe’yle çarpışacaktı.
Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübarezeleri, o vaktin hükmüne göre seyre değer hadiselerden sayılırdı. Buna binaen, iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular.
Teke tek vuruşma şimşek süratiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali, birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Hasımlarını bir hamlede öldüren Hz. Hamza ile Hz. Ali, bu sefer dönüp Hz. Ubeyde’nin yardımına koştular. Utbe’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna getirdiler.
Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Resûlallah, ben şehit miyim?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehitsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu müjdeledi.[24]
Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri, ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup, din-i İslam uğrunda çektiği eza ve cefalardan dolayı asla üzülmediğine dair güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan, Bedir’den dönülürken yolda vefat etti. Oraya defnedildi.[25]
Adamlarının bir bir yere serildiğini gören müşrikleri, büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye, toparlamaya çalışıyordu.
Allah yolunda çarpışmayı “en büyük şeref” telâkki eden Müslüman mücahitler ise, adeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvet muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, adeta mücessem iman halini almış bu bir avuç mücahidin haline bakarak, Cenab-ı Hakk’a şöyle içli niyazda bulundu:
“Allahım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar; Sen, onlara binecek ver!
“Allahım! Onlar çıplaktırlar; Sen, onları giyindir.
“Allahım! Onlar açtırlar; Sen, onları doyur!
“Allahım! Onlar fakirdirler; Sen, onları fazlın ve keremin ile zengin eyle!”[26]
Sonra da, dilinden düşürmediği duasını tekrarladı: “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç mücahidi helâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”
Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
Manzara oldukça ibretli idi.
Mus’ab b. Umeyr Müslümanlar safında muhacirlerin sancaktarı iken, kardeşi Ebû Azîz İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarıydı.
Daha garibi de vardı: Hz. Ebû Bekir, oğlu Abdullah’la Müslümanlarsafında bulunurken; diğer oğlu Abdurrahman ise, Kureyş müşrikleri arasındaydı. Cesareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman, bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Hz. Resûlullah’tan, oğluyla çarpışmak üzere müsaade istedi.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin!” buyurarak izin vermedi ve yanından ayırmadı.
Hz. Resûlullah’tan, oğluyla kılıç kılıça dövüşmek için izin alamayan Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.), hiddetli hiddetli oğluna, “Ey Abdurrahman! Bana olan münâsebetin nerede kaldı?” diye seslendi.
Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı”[27]diye cevap verdi.
Harp Başladı
Tarih, 17 Ramazan Cuma günü sabah saatleri…
Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırmaya geçmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehit düşenlerin makamlarının cennet olacağını müjdeliyordu. “Zafer bizimdir!” diyerek de, her zaman mücahitlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahitlerin de cesaretini artırıyordu.
Hz. Ali der ki:
“Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullah’a sığınmıştık! O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi! Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!”[28]
Hâris b. Süraka’nın Şehit Düşmesi
Hazreç kabilesinden Hâris b. Süraka adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temâşâ ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücahitlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehit oldu. İşte, ensardan ilk şehit düşen, bu zâttır.
Harp safında bulunan mücahitleri aşıp giden bir okun, gerideki Haris’e isabet edip onu şehit etmesi, hepsi için bir ibret dersi oldu.
Peygamberimizin Mücahitleri Harbe Teşviki
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise, durmadan mücahitleri harpte sebat etmeye çağırıyordu: “Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bugün Allah’ın rızasını umarak sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koyacaktır!”
Umeyr’in Şehit Düşmesi
Ensardan Umeyr b. Humam Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennete girmek için, şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret hayatının ehemmiyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.
Bir Mucize
Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve “Yüzleri kara olsun! Allahım, kalplerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” diye dua etti.[29]
“Yüzleri kara olsun!” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşriğin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.
Kur’an-ı Azîmüşşan, bu mucizeyi şu ayetiyle ilan eder:
“Onları siz değil, Allah öldürdü! Onları (kumları) attığın zaman da, sen atmadın, Allah attı!”[30]
Evet, Resûl-i Kibriya’nın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu!
Peygamberimizin Münâcâtı ve Meleklerin Yardıma Gelmesi
Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücahitler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini artırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu: “Allahım! Bana vadettiğin yardımı lûtfet!”
Bu münâcâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki ridâsı mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve “Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz, O, sana olan vaadini yerine getirecektir” diye konuştu.[31]
Bir müddet sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah’ın yardımı geldi. İşte, şu, Cebrail’dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silahlanmış, emir bekliyor!” diye buyurdu.
Kur’an-ı Azîmüşşan, bu vak’ayı da şöyle hatırlatır:
“Siz, (sayı, silah ve binekçe düşmandan çok) az ve zayıf iken, Allah, size Bedir’de kat’î bir zafer verdi. Allah’tan sakının; ta ki şükretmiş olasınız!
“O vakit sen, mü’minlere, ‘İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetişmez mi?’ diyordun.”[32]
Rivayet edilmiştir ki o esnada, benzeri görülmedik, gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.
Bu, Cebrail (a.s.) emrindeki üç bin meleğin gelip Resûl-i Kibriya Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.
Melekler, başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız, Hz. Cebrail’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.
Mücahitlerin Kahramanca Çarpışmaları
Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahitler, düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.
Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.), son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman sahabe, müşrik ileri gelenlerinden birçok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.
Ebû Cehil’in Öldürülmesi
Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahitlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil zannıyla, Hz. Hamza, müşriklerin reislerinden, Mahzumoğullarından Hâlid b. Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn Velid’i ve Hz. Ali yine Benî Mahzum’dan Abdullah İbni Münzir’i öldürmüşlerdi.
Ebû Cehil, yetmiş yaşında, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslam düşmanıydı. “Anam beni bugün için doğurmuş!” diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu.
Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu.
Hz. Abdurrahman b. Avf, harp safında sağına soluna bakınca, ensar gençlerinden iki delikanlıyı gördü.
Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu.
Abdurrahman b. Avf, “Evet, tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince, genç şu cevabı verdi:
“Allah’a söz verdim: Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim yahut bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman b. Avf Hazretleri, gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.
Abdurrahman b. Avf, önceleri kendi kendine, “Harp safında iki çocuk arasında kaldım!” derken onların bu cesurca sözlerine hayret etti.
Bu iki genç, Afra Hâtun’un harbe iştirak etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.
O sırada Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) gözü, müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzunoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere göstererek, “İşte, aradığınız Ebû Cehil!” dedi.
İki kahraman fedai, derhal kılıçlarını sıyırıp, Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.
Bu iki genç gibi birçok mücahit de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, ensardan Muaz b. Amr b. Cemûh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcıyla onun elini kolunu yaraladı. Bu kahraman sahabe der ki:
“Elim, derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesik elimi arkama atıp, hep çarpıştım durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım!”[33]
Muaz b. Amr b. Cemûh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de, Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek kılıç darbeleriyle yere serdiler, öldü zannıyla da bırakıp gittiler.
“Ebû Cehil, Bu Ümmetin Firavunudur!”
O esnada Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
Mücahitler aradılar, fakat bulamadılar.
Peygamber Efendimiz yine “Arayınız! Benim, onun hakkında sözüm var. Eğer siz, onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Bir gün onunla Abdullah b. Cüd’a’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkışınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, uru dizinden kaybolmadı!”[34]
Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Hazretleri, Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı! Nihayet Allah seni hor ve hakir etti! Gördün mü?” dedi.
Bedir Savaşı’nda şehit düşenlerin medfun bulundukları kabristan
Can çekiştiği halde Ebû Cehil, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Büyük bir kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi, hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi.
İbni Mes’ûd Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır!” diyerek, son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle bir cihetten mey’us olan Ebû Cehil, bir kere daha küfrünü kustu:
“Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim; şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!”
Bunun üzerine, İbni Mes’ûd Hazretleri, hemen başını kesti.
Böylece, Ebû Cehil, son nefeste bile imana gelmedi, küfür ve dalâlette ısrar edip cehennemi boyladı.
İbni Mes’ûd (r.a.), başını alıp huzur-u Nebevî’ye getirdi.
“İşte, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin Firavunu, işte budur!” buyurdu.[35]
Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye b. Halef de, Mekke’de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fena halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisingeri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular, ele geçirilenler ise esir alındılar.
Netice
Birkaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde, Resûl-i Kibriya Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslam ordusu, parlak bir muzafferiyet elde etmişti. Mücahitler, on dört şehit vermişlerdi; müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise yetmiş kadardı; bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden yirmi dört kişi, müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahitler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler.
Resûl-i Ekrem, şehit olan mücahitlerin cenaze namazını da Bedir’de kıldı.
Bu parlak zaferle, şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı, Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Peygamber Efendimiz, derhal yola iki haberci çıkararak, bu şanlı zaferin bir an evvel Medine’ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında, diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
Esirler ve Ganimetler
Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride birçok mal ve yetmiş esir bırakmıştı. Ganimet malları, yüz elli deve on at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevatı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.
Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Abdülmuttalib ile kerimeleri Hz. Zeyneb’in kocası Ebu’l-Âs İbni er-Rebî de vardı. Yine Mus’ab b. Umeyr’in kardeşi ve müşrik ordusunun başbayraktarı olan Ebû Azîz İbni Umeyr de esirler arasındaydı.
Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına, Hz. Ömer memur edildi.
Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.
“Yâ Resûlallah! Ne diye uyumuyorsunuz?” dediler.
“Abbas’ın inlemesi yüzünden…” diye cevap verdi.
Resûl-i Kibriya Efendimizin rahatsız ve müteessir olmasını istemeyen ashab-ı güzinden bazıları, gidip Abbas’ın bağını çözdüler.
İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyorum?” diye sordu.
Sahabeler, “Onun bağını çözdük” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Bütün esirlerin bağını çözünüz!” buyurduktan sonra uyudu.[36]
Ganimet Mallarının Dağıtılması
Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir’den ayrılan Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye doğru gelirken, Safra Boğazı’nı geçtikten sonra, Seyer denilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını müsâvî bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.
Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından, Ebû Cehil’in devesini “kumandanlık hakkı” olarak aldı. Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine’de kalan sekiz kişi ile Bedir’de şehit düşenlere de hisse ayrıldı.
Münebbih b. Haccac’ın kılıcı “Zülfikâr” da Peygamber Efendimizin hissesine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfikâr’ı bilâhare Hz. Ali’ye hediye etmiştir.[37]
Esirler Hakkında Meşveret
Esirler hakkında ne türlü muamele yapılacağına dair henüz İlâhî vahiy gelmiş değildi. Bu sebeple onlar hakkında reyle karar vermek gerekiyordu.
Reyle, yani görüş beyan etmek suretiyle karara bağlanacak meselelerde ashabıyla meşveret etmesi, Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbestçe ve açıkça beyan ederdi.
Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair, Peygamber Efendimiz, sahabelerle istişare buyurdu.
Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Bunlar bizim akrabamızdırlar. Benim reyim, onlardan fidye-i necat alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağımız fidye-i necatlar, kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah’ın onları hidayete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur” diye fikir beyan etti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’e, “Ey Hattab’ın oğlu! Senin fikrin nedir?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Onlar, seni yalanladılar, seni memleketinden çıkardılar. Hepsinin boynunu vurdur!” cevabını vererek görüşünü açıkladı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, şefkat ve merhameti bu şekil bir muameleye rıza göstermediğinden, sualini tekrarladı. Ancak Hz. Ömer, aynı fikrinde ısrar etti ve “Onlar, müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı!” dedi.
Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu, sonra da kalkıp çadırına girip bir müddet orada durdu.
Sahabelerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir’in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer’in fikrine iştirak ediyordu.
Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Bekir’e hitaben, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Senin halin, Hz. İbrahim’in haline benzer: O, Allah’a, ‘Kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zira sen, Gafûr ve Rahîm’sin’ demişti. Ey Ebû Bekir! Senin halin, Hz. İsa’nın haline de benzer: Hz. İsa, Allah’a, ‘Eğer, onları azaba uğratırsan, onlar Senin kullarındır. Eğer onları affedersen, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan Sensin’ demişti.” Sonra Hz. Ömer’e dönerek, “Ey Ömer!” dedi. “Senin halin de, Hz. Nuh’un haline benzer: O, Allah’a, ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!’ demişti. Senin halin, ey Ömer, Hz. Mûsa’nın haline de benzer: ‘Yüreklerini şiddetle sık; ki onlar, inletici azabı görünceye kadar iman etmeyeceklerdir!’ demişti.”
Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in görüşünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu arada, durumlarına göre, kendilerinden bedel olarak üç bin, iki bin ve bin dirhem alınması kararlaştırılanlar da oldu.
En mühimi de şu idi:
Fidye-i necat vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirlerin, ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları, Resûl-i Kibriya Efendimiz tarafından kararlaştırıldı.[38]Zeyd b. Sâbit Hazretleri, bu suretle okuma yazma öğrenen çocuklar arasında idi. Bu sâyede Medine’de de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.
İnen Ayetler
Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine şu ayet-i kerimeler nâzil oldu:
“Hiçbir peygamberin, bulunduğu yerde düşmanlarını ağır bir mağlubiyete uğratıp kımıldanamaz bir hale getirmedikçe, onlardan esirler alması lâyık ve vâkî değildir.
“Siz dünyayı (düşmanı ezmeden esirler tutup onlardan faydalanmayı) istiyorsunuz. Allah ise, sizin için ahiret sevabını ister.
“Allah, kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerince yapandır.
“Eğer, (Levh-i Mahfuz’da) Allah’ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka bir azap dokunurdu.
“Artık aldığınız o ganimetten helâl ve temiz olarak yiyiniz. Allah’tan korkunuz. Şüphe yok ki Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.”[39]
Hz. Ömer, konuyla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
“Sabahleyin Resûlullah’ın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Bekir’i oturmuş, ağlıyor gördüm.
“‘Yâ Resûlallah! Sen ve arkadaşın, niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi bana söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım! Ağlanacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım!’ dedim.
“Resûlullah, ‘Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları fidye-i necattan dolayı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın, şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu, bana gösterildi’ buyurdu.”[40]
Peygamberimizin Esirler Hakkında Müslümanlara Tavsiyesi
Peygamber Efendimiz mücahitlerle, esirlerden bir gün önce Medine’ye geldi.
Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri, ashabı arasında dağıttı ve onlara, “Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz” buyurdu.
Esirler arasında bulunan Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) kardeşi Ebû Azîz der ki:
“Esirler Bedir’den Medine’ye getirildikleri zaman, ben de ensardan bir ailenin yanına düşmüştüm. Resûlullah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsiyelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de, utandığımdan, o ekmek parçasını, veren kimseye iade ederdim. Fakat o yine ekmeğe dokunmadan tekrar bana verirdi!”[41]
Peygamberimizin, Sakladığı Altınları Abbas’a Haber Vermesi!
Esirler arasında bulunan, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, oldukça zengin bir zâttı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Akîl b. Ebî Tâlib ile Nevfel b. Hâris için fidye-i necat öde! Çünkü sen, servet sahibisin” dedi.
Hz. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfetmek üzere sekiz yüz dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı. Bunun için Peygamber Efendimize, “Bâri, harp esnasında elimden alınan o altınları, fidye-i necatlara say” diye teklif etti.
Peygamber Efendimiz, “Hayır… O, bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah’ın sonunda bize nasip ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz” buyurdu.
Hz. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Beni avuç açtırıp da dilendirecek misin?” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ya o altınlar nerede kaldı?” diye sordu.
Hz. Abbas, “Hangi altınlar?” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz ferman etti:
“Hani senin, Mekke’den çıkacağın gün, zevcen Ümmü Fadl’a teslim ettiğin altınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen, Ümmü Fadl’a, ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felâkete uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah içindir, şu kadarı Ubeydullah içindir, şu kadarı da Kusem içindir!’ demiştin. İşte o altınlar!”
Hz. Abbas, hayretle, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Allah haber verdi!” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i imanı kazanıp Müslüman oldu. Fidye-i necatını ödedikten sonra da Mekke’ye döndü.
Hz. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını izhar etmeyip hep gizli tutum ve davranışları Peygamber Efendimize yazar ve Mekke’deki Müslümanlara yardım ederdi.[42]
Hz. Zeyneb’in Gerdanlığını Göndermesi
Bedir esirleri arasında, Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zeyneb’in kocası Ebû Âs b. Rebi de vardı.
Hz. Zeyneb (r.a.), kocası Ebû Âs’ın fidye-i necatı olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb’e, evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.
Resûl-i Kibriya’nın bu güzide kerimesinin gerdanlığını fidye-i necat olarak göndermesi, ashab-ı kirama fazlasıyla tesir etti.
Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve “Eğer münasip görürseniz, Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz” buyurdu.
Bunun üzerine sahabeler, Ebu’l-Âs’ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevirerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek kalbini memnun ettiler.[43]
Bedir Zaferi’nin Akisleri
Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müspet-menfi akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudi ve putperestlerin gözleri yıldı. Hatta Yahudilerden bazıları, “Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulamaz. Galip olacak hep odur” diyerek imana geldiler. Bir kısmı ise, korkularından iman etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fesat çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.
Habeş Necâşîsi de, Peygamberimizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, “Allah, Resûlüne Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı hamdederim” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar etti.
Medine’de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir mâtem havasına bürünmüşlerdi.
Bedir galibiyetiyle civarındaki kabilelere de gözdağı verilmiş oldu.
Ebû Leheb’in Ölümü
Ebû Leheb, Bedir’e katılmamış ve yerine Âsî b. Hişam’ı göndererek Mekke’de kalmıştı.
Kureyş ordusu, İslam ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke’ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süfyan b. Haris’i yanına çağırarak, “Ey kardeşimin oğlu! Halkın işi nasıl oldu? Bana anlat” dedi.
Ebû Süfyan İbni Haris, “Vallahi” dedi. “Biz o cemaatle karşılaşınca bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat ben halkı kınamam ve ayıplamam; zira, kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvariyle karşılaştık ki onlara karşı koymak mümkün değildi!”
O sırada Hz. Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Refi de orada bulunuyorlardı. Ebû Refi, “Vallahi, o gördüğün süvariler, melekler idi!” deyince, Ebû Leheb, hiddetlenip yüzüne şiddetli bir tokat indirdi, sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı.
Ümmü Fadl, gayrete geldi.
“Biçare köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun!” diyerek bir çadır direğiyle Ebû Leheb’in başını yardı.
Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti.
Gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Resûlullah’a ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.
Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse yanına yaklaşmak istemiyordu.
Kureyşlilerden biri bir gün oğullarına, “Yazıklar olsun size! Babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğramamaktan utanmıyor musunuz?” dedi.
Onlar, “Biz, onun hastalığından korkuyoruz!” deyince, adam, “Haydi, gelin! Ben size yardım edeyim” diyerek gittiler.
Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi.
Onu ne yıkadılar ve ne de ona el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.
___________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 257; İbn Sa’d, Tabakat, c. 11, s. 11.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 482.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 457; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 405.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 12; İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 263.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 264.
[6] Bedir, Medine’den 120 fersah (takriben 145 km) uzaklıkta, Medine’nin güneybatı yönüne düşen bir ovanın adıdır. Etrafı yüksek dağlarla çevrilir. Câhiliyye devrinde burası bir panayır yeri olarak kullanılıyordu. Akar suyu ve muz, üzüm gibi meyveleri bol olan bir yerdi.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 149-150.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 21.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 21.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 270
[11] Vakidî, Megazi, s. 30
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 266.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[14] Enfâl, 5-6.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 268; Vakidî, a.g.e., s. 37-38.
[17] Müslim, Sahih, c. 5. s. 170.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 567-568.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15; İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 235.
[22] Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 291.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 13; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.
[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 286.
[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 22; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 246.
[39] Enfâl, 37-39.
[40] Müslim, Sahih, c. 5. s. 157.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 300.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 13-15; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 112.
[43] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 308.
[44]İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 74; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.