(Hicret’in 2. senesi 17 Ramazan / Milâdî 13 Mart 624 Cuma)

Ku­reyş’in Ticaret Kervanı

Hicret’in 2. senesinde Ku­reyş müşrikleri, bir ticaret ker­vanı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervana, Mekke’den kadın erkek hemen hemen her­kes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve serma­yesi elli bin dinar olan bu büyük ticaret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silah alınacaktı. Ker­vanın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buy­du. Ku­reyş­li­ler ayrıca kervanla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında otuz, kırk ki­şi kadar muhâfız da göndermişlerdi.[1]

Pey­gam­be­ri­mizin Durumu Haber Alması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığın­daki bu büyük ticaret kervanının Mekke’ye dönmesine mani olmaya karar verdi. Teşkil ettiği 300 kişiyi aşkın (305-315) sahabeyle yola çıkmaya hazırlandı.

Sa’d ve Babası

Sahabeler, Bedir Seferi’ne katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hatta bu hu­susta kur’a çekenler bile vardı. Ensardan Sa’d, babası Hayseme’ye, “Eğer bu seferin mükâfatı cennetten başka bir şey olsaydı, senden geri kalırdım! Ben, bu seferde bana şehitlik nasip olmasını umuyorum” diyerek sefere katılma arzu­sunu izhar etmişti. Babası ise ona, “Sen, rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim” diye cevap vermişti. Ama Sa’d bunu kabul etmemiş ve arala­rında kur’a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur’a Sa’d’a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir’de şehit düşerek bu yüksek arzusuna da nâil oldu.[2]

Ümmü Varaka

Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da büyük bir istek ve arzu vardı. Sefer hazırlıkları yapılırken Ümmü Varaka bint-i Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vararak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bana müsaade et de sizinle birlikte ben de çıkayım. Yaralarınızı tedavi eder, hastalananlarınıza bakarım. Olur ki Allah, bana şehitlik nasip eder” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu fedakâr ka­dına, “Sen evinde otur, Kur’an oku! Muhakkak ki Allah, sana şehitlik nasip eder” diye cevap verdi.

Bu hadiseden sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, onu hep “şehide” diye anar­dı.

Nitekim hâfız olan Ümmü Varaka, Hz. Ömer devrinde biri erkek, diğeri ka­dın iki uşağı tarafından geceleyin üzerine kadife örtü basılarak şehit edildi. Ka­tiller, yakalanarak, asılmak suretiyle cezalandırıldılar. Medine’de, asılmak su­retiyle cezalandırmanın ilkini bu hadise teşkil eder.[3]

Medine’den Hareket

Peygamber Efendimiz, yerine mescitte namaz kıldırmakla Abdullah İbni Ümmî Mektum’u vazifelendirdi. Ensardan Ebû Lü­ba­be Hazretlerini ise, şehre nâib [vekil] tayin etti. Ramazan ayın­dan on iki geceyi geride bıraktıkları, ol­dukça sıcak bir Cumartesi gününde mücahitlerle Medine’den hareket etti.[4]

Resûl-i Ekrem Efendimizin beyaz sancağını Mus’ab b. Umeyr (r.a.) taşı­yor­du. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz. Ali’nin, diğeri ise ensardan Sa’d b. Muaz Hazretlerinin elindeydi.[5]

Kervan, Bedir[6]mevkiinde karşılanacaktı. Çünkü burası, Mekke, Medine ve Suriye’ye giden yolların birleştiği stra­tejik önemi olan bir nok­taydı.

Mücahitler, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine’den yola çıkmışlardı; üstelik, Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar al­tın­da, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Bu se­bep­le, Resûl-i Ekrem Efendimiz, orucunu açtı, mücahit­lere de açmalarını emir bu­yur­du.[7]

Yaşları Küçük Olanların Geri Çevrilmesi

Henüz Medine’den fazla uzaklaşılmamıştı. Resûl-i Ekrem, küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları sekiz olan bu küçük mücahitler, ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Pey­gam­be­ri­miz, bir ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas der ki:

“Re­sû­lul­lah’ın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kar­de­şim Umeyr’in göze görünmemeye çalıştığını gördüm.

“‘Kardeşim, sana ne oldu?’ diye sordum.

“‘Re­sû­lul­lah’ın, beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum! Hâl­bu­ki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah’ın bana şehitlik nasip etmesini umuyo­rum’ diye cevap verdi.

“Kendisi Re­sû­lul­lah’a arz edilince Re­sû­lul­lah onu küçük görüp, ona, ‘Sen ge­ri dön’ dedi.

“Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah da müsaade etti. Umeyr’in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağ­­lamıştım.”[8]

Allah yolunda savaşıp şehitlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında müşriklerin oklarına hedef olup bu yüksek gayesine ulaştı.

Develere Nöbetleşe Binilmesi

Müslümanlarla beraber iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe binili­yordu. Peygamber Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlar­dan kendisini farklı görmek istemiyordu. Hz. Ali ve Mersed b. Ebî Mersed ile bir deveye nö­betleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efen­dimize geldiğinde, diğer iki sahabe, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen bin; biz, senin yerine yürürüz” diyorlardı. Ancak Peygam­ber Efendimiz bunu ka­bul etmiyor, “Siz yürümekte benden daha kuvvetli ol­ma­dığınız gibi, ecir ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müs­tağnî ve ih­tiyaçsız değilim”[9]diye cevap veriyordu.

Bu hareketiyle Resûl-i Kibriya, İslam’ın getirdiği adalet ve müsavat düstu­runu, her şeyden önce bizzat şahsında tatbik etmiş oluyordu.

Ku­reyş Kervanının Yol Değiştirmesi

İslam ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu. Henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebû Süfyan, başından beri endişe duyduğu hususu haber aldı: “Müslümanlar, kervanı ele geçirmek için yola çıkmışlar!”

Mekke’ye derhal bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervanın istikametini değiştirerek Kızıldeniz sahilinden Bedir’e uğramadan Mekke’ye doğru yol aldı.

Ku­reyş’in Harbe Hazırlanması

Ebû Süfyan’dan önce Mekke’ye varan haberci Damdam, acayip bir kılıkla, de­vesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu: “Ey Ku­reyş topluluğu! Tica­ret kervanınıza, Ebû Süf­yan’ın yanındaki mal­larımıza Muhammed ve ashabı saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. İmdat! İmdat!”

Haliyle, bu haber Ku­reyş’in infiâline sebep oldu. Zira, kervanda hemen he­men her ailenin malı vardı. Ku­reyşliler derhal toplandılar. Süratle hazırlığa baş­ladılar. Alelacele ha­zırlanan müşrik ordusu­nun mevcudu 950’yi buldu. Bun­ların yüzü atlı, yedi yüzü develi idi. Bu rakam sayıca, kervanı takibe çıkan Müslümanların üç katı demekti. Aynı zamanda, Ku­reyş ordusu, silah bakı­mından da Müslü­man­lardan çok daha üstündü.

Bu arada, müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de çıktı. Fakat Ebû Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında onlar da iştirak etmek zorunda kal­dılar. Buna rağmen Ebû Leheb, hasta olduğunu bahane etti ve yerine bedelle bi­rini göndererek Mekke’de kaldı.

Hazırlanan müşrik ordusu, muganniyelerin söylediği şarkılar, kadınların çaldığı deflerin coşkun havası içinde Mekke’den Bedir’e doğru hareket etti.

Yolda, kervanını Bedir’den arızasız geçiren Ebû Süf­yan’dan ken­di­lerine şu haber geldi:

“Siz kervanınızı, kervan üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza et­mek için yola çıkmıştınız. Allah onları kurtarıp selamete erdirdi. Artık dönü­nüz!”

Ancak Ebû Cehil dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermeyerek şöyle konuştu:

“Vallahi, Bedir’e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer bo­ğazlayıp yemekler yeriz. Şaraplar içeriz. Cariyelere şarkılar söyleterek eğleni­riz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi, ilerleyiniz!”[10]

Müşrik ordusu Bedir’e doğru ilerlemeye başlarken, haberci de Ebû Süf­yan’ın yanına dönüp durumu kendisine anlattı. Ebû Süfyan bu haberden mem­nun olmadı: “Yazık oldu kavmime! Bu, Amr b. Hişam’ın, Ebû Cehil’in işi­dir! Dönmek istemedi. O, bunu halka baş olmak sevdasıyla yaptı. Azgınlık, ek­sik­lik ve uğursuzluk getirir” dedi.

Endişesini ise son cümlesiyle şöyle dile getirdi:

“Eğer Muhammed’in ashabı onlara rastlarsa, işleri tamamdır!”[11]

Ebû Cehil’in bütün şirretliğine ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan ayrılan­lar da oldu: Ahnes b. Şerîk, müttefiği bulunan Zühreoğullarını ikna ederek be­ra­berce Mekke’ye döndüler. Daha sonra bunları, Hz. Ömer’in kabilesi Adiyy b. Ka’boğulları takip etti.

Müşrik ordusuna Hâşimoğulları da katılmıştı. Ku­reyş’ten bazıla­rı kendile­rine, “Vallahi, ey Hâşimoğulları! İyi biliyoruz ki sizler, her ne kadar bizimle se­fere çıkmışsanız da, kalbiniz Muhammed’­le­dir” deyince, Ebû Tâlib’in oğlu Tâlib de bir grupla birlikte ge­ri dön­dü.

İslam Ordusu, Zefiran Mevkiinde

Peygamber Efendimiz, mücahitlerle Safra yakınındaki Ze­firan mevkiine vardığında, Ku­reyş’in büyük bir orduyla gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle kar­şıla­caklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları ge­rektiği hususunda karar vere­me­diler. Zira, niyetleri harp etmek değildi. Bu­nun için bir hazırlıkları da yoktu. Üs­telik, alınan istihbarata göre, müşrik or­dusu hem sayıca çok, hem silahça onlardan üstün idi.

Mücahitlerle İstişâre

Resûl-i Ekrem, ashabını topladı. Kervanın takip edilme­sinin mi, yoksa müş­rik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı husu­sunda onlarla istişa­rede bulundu. Bir kısım mücahit, kervanın takip edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Resûl-i Ekrem, bundan hoşlanmadı. O sırada Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp, müş­riklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha mu­va­fık ola­cağı hususunda konuşunca, Pey­gam­be­ri­miz bundan memnun ol­du.

Daha sonra, ensardan Mikdat b. Esved Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Rabbin sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi, biz, İsrailoğullarının Hz. Mûsa’ya de­diği gibi ‘Git, Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldama­yız’ tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz”[12]diye konuştu.

Feragat ve cesaret timsâli bu sahabenin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem, kendisine hayır duada bulundu.

Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü onlar Me­di­ne dâhilinde Pey­gam­be­ri­mizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz ver­mişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, onların bu konudaki görüşlerini sordu.

Ensar nâmına Sa’d b. Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere sana ke­sin sözler de verdik.

“Yâ Re­sû­lal­lah! Nasıl bilirsen öyle yap; biz, seninle beraberiz. Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki sen bize şu denizi gösterip dalarsan biz de seninle birlikte dalarız! Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”[13]

Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücahit, her şeye rağmen, kendile­rinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman sahabelerin gözünü korkutmadı. Kur’an’ın ifadesiyle, “ölümün ağzına girmeyi”[14]seve se­ve göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mü­ca­de­le verecek­lerinin idrakinde olarak, Din Sahibinin yardımını esir­ge­meyece­ği­ne gönülden inanıyorlardı.

Mücahitlerin sayısı az, ama imanları ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İsti­nad noktaları Kâinatın Sahibi idi, reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed ﷺ idi. Böyle bir ordu, elbette her şeyi göze alarak, müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!

Sa’d b. Muaz’ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ek­rem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir seda ile mücahitlere, “Yürüyün ve Allah’ın lût­fuyla şâd olun! İşte, Ku­reyş’­in tek tek düşüp uzanacağı yer­leri şim­diden görür gibiyim!”[15]diye hitap etti.

Bu konuşma mücahitler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat artırdı. Bedir’e doğru şevkle yol almaya başladılar.

Düşman Ordusu Sayısının Tahmin Edilmesi

İslam ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Şu küçük tepe yanındaki kuyu başında birtakım bilgiler elde edeceğimizi umarım” buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr b. Av­vam ve Sa’d b. Ebî Vakkas gibi bazı sahabeleri o tarafa gönderdi.

O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun ba­şında bulunuyorlardı. Mücahitler onlardan bazılarını ele geçirdiler.

Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, “Bana Ku­reyş hakkında malumat veriniz!” dedi.

Onlar, “Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafında­dırlar” dediler.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “O topluluk ne kadar vardır?” diye sordu.

“Pek çok” diye cevap verdiler.

Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?” dedi.

“Bilmiyoruz” cevabını verdiler.

Bu sefer Peygamber Efendimiz, “Onlar, her gün kaç deve kesiyorlar?” diye sor­du.

“Bir gün dokuz, bir gün on…” dediler.

Sonra, “İçlerinde Ku­reyş eşrafından kimler var?” diye sordu.

Müşrik sucuları, Ku­reyş ileri gelenlerinden birçoğunun ismini sıralayınca, Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, ashabına dönerek şöyle buyurdu:

“İşte Mekke, ciğerpârelerini size feda etti!”

Sonra, yine adamlara, “Gelirken, Ku­reyş’ten geri dönenler oldu mu?” diye sordu.

“Evet” dediler. “Benî Zühreler, Ahnes b. Şerîk’le geri dön­düler.”

O zaman Peygamber Efendimiz, “O, doğru yolda değilken, ahiret, Allah ve kitabı bilmezken, Zühreoğullarına doğru yolu gös­termiştir” buyurdu.[16]

Müşrik İleri Gelenlerin Vurulacakları Yerler

Bedir’e vardığı gece Peygamber Efendimiz, “İnşallah, yarın sabah filanın vu­rulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır, şurasıdır!” buyurdu ve elini o yerlere koyarak müş­rik Ku­reyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gös­terdi.

Hz. Ömer der ki:

“Onlardan hiçbirisi de, Nebiyy-i Ekrem’in elini koyduğu yerlerin ne ileri­sinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler!”[17]

İslam Ordusunun Bedir’e Önce Gelişi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle, müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını ashabıyla görüştü.

O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubâb b. Münzir ayağa kalktı ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz harpçi kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbaı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm” diye konuştu. Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Burası, sana Allah’ın inmesini emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi” buyurdu.

Bunun üzerine Hubab, “Yâ Re­sû­lal­lah! Burada karargâh kurmak pek muva­fık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Ku­reyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu suyla dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susa­dıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler, zor duruma düşerler” diye konuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Hubab! Doğru olan görüş, senin işaret etti­ğin­dir” buyurarak hemen ayağa kalktı. Mücahitler de derhal ayağa kalktılar. Ku­reyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun yanına kadar gitti­ler.

Sonra, Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyuyla dolduruldu ve içine de bir kap ko­nuldu.[18]

Pey­gam­be­ri­miz İçin Gölgelik Yapılması

Bu arada, Sa’d b. Muaz Hazretlerinin teklifiyle, Resûl-i Ekrem Efen­dimiz için, hurma dallarından bir gölgelik, yani çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir’le birlikte girdi.

Sa’d b. Muaz Hazretleri de, kılıcını takınıp, ashab-ı kiramdan birkaç zâtla birlikte, gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.[19]

Ordunun Harp Nizamına Sokulması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Müslüman kuvvetler; muha­cirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısma ayrılmışlardı. Her biri aç­tıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus’ab b. Umeyr, Evslile­rin­kini Sa’d b. Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubâb b. Münzir Hazret­leri tu­tuyordu.[20]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu tâlimatı verdi:

“Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Ok­larınızı, düşman size yak­laşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düş­man kalkanını açtığı zaman oku­nu­zu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mız­rak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunca düşmanla göğüs göğüse gelin­diği vakit kullanılacaktır.”[21]

Mücahitlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaa harbinde bulunacakları için, bu, çok işe yarayacaktı. Düş­man bundan mah­rum­du; çünkü taarruz taktiğini uyguluyordu. Do­layısıyla, hücum esnasında çok çok birkaç taş taşıyıp atabilirlerdi.

Dua ve İbâdet ile Geçirilen Gece

Harpten bir önceki gece idi.

Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek ka­dar tesirli şu duasını yaptı:

“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir!

“Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryü­zünde ibadet edecek kimse kalmaz.”[22]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tek­rarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yer­lerinde duramaz hale gel­mişlerdi.

İki Ordu Karşı Karşıya

Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik or­dusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.

Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, ba­ba oğulla, dayı ye­ğenle kıyasıya vuruşacaktı.

Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.

Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dik­katle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele ve­ri­le­meyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yi­tir­mi­yor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanı­yor­lar­dı.

Muhacirlerden İlk Şehit

Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıka­caktı. Fakat müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Amir b. Hadremî, harp usûlüne muhalefet ederek, mücahitlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca Hazretlerine isabet etti ve orada İslam ordusu ilk şehi­dini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca, şehitlerin efendisidir” buyurarak İslam’ın bu ilk şe­hidini tebcil etti.

Mihca Hazretlerinin şehâdeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan, Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe ile Ut­be’­nin oğlu Velid or­taya atılarak er dilediler.

Benî Neccâr’dan Afra isminde bahtiyar İslam kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de hazır bulunuyordu. Onlardan ikisi, Mu­az ve Avf ile Re­sû­lul­lah’ın şâiri Abdullah b. Ravaha Hazretleri onlara karşı çıktılar.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çar­pışmada, ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu.

Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular.

Onlar, “Ensardan filan ve filanız” diye cevap verdiler.

Müşrikler, “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Ab­dül­mut­ta­liboğullarından, am­ca­larımızın oğullarıyla çarpışacağız” dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden den­gi­miz olanı çıkar!” diye konuştular.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar gençlerine saflarına dön­me­le­rini emir buyurdu ve kendilerine dua etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” diye emretti.[23]

Müşriklerin Yere Serilmeleri

Resûl-i Kibriya Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman sahabe, derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için, Utbe onları tanıyamadı.

“Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığınızı bilelim! Dengimiz ise­niz sizinle çarpışalım” diye seslendi.

Üç kahraman sahabe de isim ve şöhretlerini söyleyince, müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz. Buyurun!” deyip kılıçlarını sıyırdılar.

Ubeyde b. Hâris, Utbe b. Rabia’yla; Hz. Hamza, dengi Şeybe b. Rebîa’yla ve Hz. Ali ise, Velid b. Utbe’yle çarpışacaktı.

Böyle Ku­reyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübarezeleri, o vaktin hükmüne göre seyre değer hadiselerden sayılırdı. Buna bi­naen, iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kab­zasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya dur­dular.

Teke tek vuruşma şimşek süratiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali, birer ham­lede hasımlarını yere serip öldürdüler. Hasımlarını bir hamlede öldüren Hz. Hamza ile Hz. Ali, bu sefer dönüp Hz. Ubey­de’nin yardımına koştular. Ut­be’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna getirdiler.

Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efen­dimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben şehit miyim?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehitsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu müjdeledi.[24]

Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri, ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup, din-i İslam uğrunda çektiği eza ve cefalardan dolayı asla üzül­mediğine dair güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan, Be­dir’den dönülürken yolda vefat etti. Ora­ya defnedildi.[25]

Adamlarının bir bir yere serildiğini gören müşrikleri, büyük bir dehşet sar­dı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları te­selli etmeye, toparlamaya çalışıyordu.

Allah yolunda çarpışmayı “en büyük şeref” telâkki eden Müslüman müca­hitler ise, adeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvet muharebeye başlamak, müşriklere had­lerini bildirmek istiyorlardı.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, adeta mücessem iman halini almış bu bir avuç mücahidin haline bakarak, Cenab-ı Hakk’a şöyle içli niyazda bulundu:

“Allahım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar; Sen, onlara binecek ver!

“Allahım! Onlar çıplaktırlar; Sen, onları giyindir.

“Allahım! Onlar açtırlar; Sen, onları doyur!

“Allahım! Onlar fakirdirler; Sen, onları fazlın ve keremin ile zengin eyle!”[26]

Sonra da, dilinden düşürmediği duasını tekrarladı: “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç mücahidi he­lâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”

Hz. Ebû Bekir ile Oğlu

Manzara oldukça ibretli idi.

Mus’ab b. Umeyr Müslümanlar safında muhacirlerin sancaktarı iken, kar­deşi Ebû Azîz İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarıydı.

Daha garibi de vardı: Hz. Ebû Bekir, oğlu Abdullah’la Müslümanlarsafında bulunurken; diğer oğlu Abdurrahman ise, Ku­reyş müşrikleri arasındaydı. Ce­sareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman, bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Hz. Re­sû­lul­lah’tan, oğluyla çarpışmak üzere müsaade istedi.

Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin!” buyurarak izin vermedi ve yanın­dan ayırmadı.

Hz. Re­sû­lul­lah’tan, oğluyla kılıç kılıça dövüşmek için izin alamayan Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.), hiddetli hiddetli oğ­luna, “Ey Abdurrahman! Bana olan mü­nâsebetin nerede kaldı?” diye seslendi.

Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük at­tan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı”[27]diye cevap verdi.

Harp Başladı

Tarih, 17 Ramazan Cuma günü sabah saatleri…

Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırmaya geçmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehit düşenlerin makamlarının cennet olacağını müjdeli­yordu. “Zafer bizimdir!” diyerek de, her zaman mücahitlerin gayret ve ümitle­rini hep aynı canlılıkta tutma­ya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordu­nun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahitlerin de cesaretini artırı­yordu.

Hz. Ali der ki:

“Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Re­sû­lul­lah’a sığın­mıştık! O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi! Müşriklerin saflarına ondan daha ya­kın kimse yoktu!”[28]

Hâris b. Süraka’nın Şehit Düşmesi

Hazreç kabilesinden Hâris b. Süraka adındaki genç, or­dunun gerisinde su ha­vuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temâşâ ediyordu. Düşman tara­fından atılan bir ok, ön saftaki mücahitlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehit oldu. İşte, ensar­dan ilk şehit düşen, bu zâttır.

Harp safında bulunan mücahitleri aşıp giden bir okun, gerideki Haris’e isa­bet edip onu şehit etmesi, hepsi için bir ibret dersi oldu.

Pey­gam­be­ri­mizin Mücahitleri Harbe Teşviki

Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise, durmadan mü­cahitleri harpte sebat etmeye çağırıyordu: “Muhammed’in varlığı kudret elin­de olan Allah’a yemin ederim ki bugün Allah’ın rızasını umarak sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koya­caktır!”

Umeyr’in Şehit Düşmesi

Ensardan Umeyr b. Humam Hazret­leri, elinde hur­masını yerken Re­sû­lul­lah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennete girmek için, şu heriflerin elinde öl­mekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hur­maları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret haya­tının ehem­miyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldür­dükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.

Bir Mucize

Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, yer­den bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve “Yüzleri kara ol­sun! Allahım, kalplerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” diye dua etti.[29]

“Yüzleri kara olsun!” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşriğin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.

Kur’an-ı Azîmüşşan, bu mucizeyi şu ayetiyle ilan eder:

“Onları siz değil, Allah öldürdü! Onları (kumları) attığın zaman da, sen at­madın, Allah attı!”[30]

Evet, Resûl-i Kibriya’nın avucunda küçücük taşlar zikir ve tes­bih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hük­müne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu!

 

Pey­gam­be­ri­mizin Münâcâtı ve Meleklerin Yardıma Gelmesi

Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücahitler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini artırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da kıbleye yönelerek Yüce Mev­lâ­sına yalvarıyordu: “Allahım! Bana vadettiğin yardımı lût­fet!”

Bu münâcâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki ridâsı mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ri­dâsını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz, O, sana olan vaadini yerine getirecek­tir” diye konuştu.[31]

Bir müddet sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Müjde ey Ebû Bekir! Sana Al­lah’ın yardımı geldi. İşte, şu, Cebrail’­dir. Kum tepeleri üzerinde atının diz­ginini tutmuş, silahlan­mış, emir bekliyor!” diye buyurdu.

Kur’an-ı Azîmüşşan, bu vak’ayı da şöyle hatırlatır:

“Siz, (sayı, silah ve binekçe düşmandan çok) az ve zayıf iken, Allah, size Bedir’de kat’î bir zafer verdi. Allah’tan sakı­nın; ta ki şükret­miş olasınız!

“O vakit sen, mü’minlere, ‘İndirilen üç bin melekle Rabbini­zin si­ze imdat etmesi yetişmez mi?’ diyordun.”[32]

Rivayet edilmiştir ki o esnada, benzeri görülmedik, gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.

Bu, Cebrail (a.s.) emrindeki üç bin meleğin gelip Resûl-i Kibriya Efendimi­zin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.

Melekler, başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkala­rına salıvermişlerdi. Yalnız, Hz. Cebrail’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.

Mücahitlerin Kahramanca Çarpışmaları

Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahitler, düşmanla kahramanca çar­pışıyor, hücum ve hamleleriyle düş­man saflarını yarıyor­lardı.

Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.), son derece kahramanca ve cesurca müş­riklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere se­ri­yordu. Bu iki kahraman sahabe, müşrik ileri gelenlerinden birçok kimseyi kı­lıç­larıyla öldürdüler.

Ebû Cehil’in Öldürülmesi

Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesi­lesi olacağından, mücahitlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil zannıyla, Hz. Hamza, müşriklerin reislerinden, Mahzumoğulla­rın­dan Hâlid b. Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn Velid’i ve Hz. Ali yine Benî Mahzum’dan Abdullah İbni Münzir’i öldürmüşlerdi.

Ebû Cehil, yetmiş yaşında, korkunç yüzlü, inatçı ve mü­te­mer­rid bir İslam düşmanıydı. “Anam beni bugün için doğurmuş!” diyerek cesaretini izhar edi­yor ve askerini harbe sürüyordu.

Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.

Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu.

Hz. Abdurrahman b. Avf, harp safında sağına soluna bakınca, ensar gençle­rinden iki delikanlıyı gördü.

Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu.

Abdurrahman b. Avf, “Evet, tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince, genç şu cevabı verdi:

“Allah’a söz verdim: Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öl­düreceğim yahut bu uğurda şehit olacağım!”

Abdurrahman b. Avf Hazretleri, gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.

Abdurrahman b. Avf, önceleri kendi kendine, “Harp safında iki çocuk ara­sında kaldım!” derken onların bu cesurca sözlerine hayret etti.

Bu iki genç, Afra Hâtun’un harbe iştirak etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.

O sırada Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) gözü, müşrikler arasında dolaşıp du­ran ve Mahzunoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere göstererek, “İşte, aradığınız Ebû Cehil!” dedi.

İki kahraman fedai, derhal kılıçlarını sıyırıp, Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.

Bu iki genç gibi birçok mücahit de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip du­ran, ensardan Muaz b. Amr b. Cemûh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Ce­hil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcıyla onun eli­ni kolunu yaraladı. Bu kahraman sahabe der ki:

“Elim, derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesik elimi arkama atıp, hep çarpıştım durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan ko­lumu koparıp attım!”[33]

Muaz b. Amr b. Cemûh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de, Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek kı­lıç darbeleriyle yere serdiler, öldü zannıyla da bırakıp gittiler.

“Ebû Cehil, Bu Ümmetin Firavunudur!”

O esnada Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.

Mücahitler aradılar, fakat bulamadılar.

Peygamber Efendimiz yine “Arayınız! Benim, onun hak­kında sözüm var. Eğer siz, onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” bu­yurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Bir gün onunla Abdullah b. Cüd’a’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, on­dan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkışın­ca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Di­zinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, uru dizinden kaybolmadı!”[34]

Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Hazretleri, Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı! Nihayet Allah seni hor ve hakir etti! Gördün mü?” dedi.

     Bedir Savaşı Şehitliği

Bedir Savaşı’nda şehit düşenlerin medfun bulundukları kabristan     

Can çekiştiği halde Ebû Cehil, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bü­yük bir kişinin, kavim ve kabilesi ta­rafından öldürülmesi, hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu ha­ber ver” dedi.

İbni Mes’ûd Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Re­sûlü tarafındadır!” di­yerek, son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle bir cihetten mey’us olan Ebû Cehil, bir kere daha küfrünü kustu:

“Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim; şimdi düşman­lığım bir kat daha arttı!”

Bunun üzerine, İbni Mes’ûd Hazretleri, hemen başını kesti.

Böylece, Ebû Cehil, son nefeste bile imana gel­medi, küfür ve dalâlette ısrar edip cehennemi boyladı.

İbni Mes’ûd (r.a.), başını alıp huzur-u Ne­bevî’ye getirdi.

“İşte, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı!” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üs­tün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin Firavunu, işte bu­dur!” buyurdu.[35]

Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara kar­şı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye b. Halef de, Mek­ke’de merha­metsizce işkenceye uğrattığı Bi­lâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere se­rilince, Ku­reyş ordusu fena halde bozuldu. Müş­rik askerleri gerisingeri kaç­maya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular, ele geçirilenler ise esir alın­dı­lar.

Netice

Birkaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde, Re­sûl-i Kibriya Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslam ordusu, parlak bir mu­zafferiyet elde etmişti. Mücahitler, on dört şehit vermişlerdi; müşriklerden öl­dürdüklerinin sayısı ise yetmiş kadardı; bir o kadarını da esir almışlardı. Öl­dü­rülenlerden yirmi dört kişi, müş­riklerin ileri gelenlerindendi. Mücahitler, Pey­gam­be­ri­mizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çuku­ra gömdüler.

Resûl-i Ekrem, şehit olan mücahitlerin cenaze namazını da Be­dir’de kıldı.

Bu parlak zaferle, şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı, Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret ka­tılmış oldu. Peygamber Efendimiz, derhal yola iki haberci çıkararak, bu şanlı zaferin bir an evvel Medine’ye duyurulma­sını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında, diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.

Esirler ve Ganimetler

Büyük bir hezimete uğrayan Ku­reyş ordusu, geride birçok mal ve yetmiş esir bırakmıştı. Ganimet malları, yüz elli deve on at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevatı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.

Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğulla­rın­dan Ukayl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Ab­dül­mut­ta­lib ile kerimeleri Hz. Zey­neb’in kocası Ebu’l-Âs İbni er-Rebî de vardı. Yine Mus’ab b. Umeyr’in kar­deşi ve müşrik ordusunun başbay­rak­ta­rı olan Ebû Azîz İbni Umeyr de esirler ara­sın­daydı.

Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına, Hz. Ömer memur edildi.

Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de ge­ce inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku gir­mi­yordu.

“Yâ Re­sû­lal­lah! Ne diye uyumuyorsunuz?” dediler.

“Abbas’ın inlemesi yüzünden…” diye cevap verdi.

Resûl-i Kibriya Efendimizin rahatsız ve müteessir olmasını istemeyen as­hab-ı güzinden bazıları, gidip Abbas’ın bağını çözdüler.

İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyo­rum?” diye sordu.

Sahabeler, “Onun bağını çözdük” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz, “Bütün esirlerin bağını çözünüz!” buyurduktan son­ra uyudu.[36]

Ganimet Mallarının Dağıtılması

Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir’den ayrılan Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye doğru gelirken, Safra Boğazı’nı geç­tikten sonra, Seyer de­nilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını mü­sâvî bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.

Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından, Ebû Cehil’in devesini “ku­mandanlık hakkı” olarak aldı. Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine’de kalan sekiz kişi ile Bedir’de şehit düşenlere de hisse ayrıldı.

Münebbih b. Haccac’ın kılıcı “Zülfikâr” da Peygamber Efendimizin hisse­sine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfikâr’ı bilâhare Hz. Ali’ye hediye et­miş­tir.[37]

Esirler Hakkında Meşveret

Esirler hakkında ne türlü muamele yapılacağına dair henüz İlâhî vahiy gel­miş değildi. Bu sebeple onlar hakkında reyle karar vermek gerekiyordu.

Reyle, yani görüş beyan etmek suretiyle karara bağlanacak meselelerde as­habıyla meşveret etmesi, Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbestçe ve açıkça beyan ederdi.

Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair, Peygamber Efendimiz, saha­belerle istişare buyurdu.

Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunlar bizim akrabamızdırlar. Be­nim reyim, onlardan fidye-i necat alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağımız fidye-i necatlar, kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah’ın onları hida­yete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur” diye fikir beyan etti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’e, “Ey Hattab’ın oğlu! Senin fikrin ne­dir?” diye sordu.

Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar, seni yalanladılar, seni memleketinden çı­kar­dılar. Hepsinin boynunu vurdur!” cevabını vererek görüşünü açıkladı.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, şefkat ve merhameti bu şekil bir muameleye rıza göstermediğinden, sualini tekrarladı. Ancak Hz. Ömer, aynı fikrinde ısrar etti ve “Onlar, müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı!” dedi.

Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu, sonra da kalkıp ça­dırına girip bir müddet orada durdu.

Sahabelerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir’in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer’in fikrine iştirak ediyordu.

Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Be­kir’e hitaben, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Senin halin, Hz. İbrahim’in haline benzer: O, Allah’a, ‘Kim bana uyarsa, işte o benden­dir. Kim de bana karşı gelir­se, şüp­he yok ki Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zira sen, Gafûr ve Ra­hîm’sin’ demişti. Ey Ebû Bekir! Senin halin, Hz. İsa’nın haline de benzer: Hz. İsa, Al­lah’a, ‘Eğer, onları azaba uğratırsan, onlar Senin kullarındır. Eğer onları affe­dersen, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hik­metiyle her yaptı­ğını yerli yerinde yapan Sensin’ demişti.” Sonra Hz. Ömer’e dönerek, “Ey Ömer!” dedi. “Senin halin de, Hz. Nuh’­un haline benzer: O, Allah’a, ‘Ey Rab­bim! Yer­yüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!’ demişti. Senin halin, ey Ömer, Hz. Mûsa’nın haline de benzer: ‘Yüreklerini şiddetle sık; ki on­lar, inleti­ci azabı görünceye kadar iman etmeyeceklerdir!’ demişti.”

Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in görü­şünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu ara­da, durumlarına göre, kendilerinden bedel olarak üç bin, iki bin ve bin dirhem alınması kararlaştırılanlar da ol­du.

En mühimi de şu idi:

Fidye-i necat vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirlerin, en­sar­dan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları, Resûl-i Kibri­ya Efendimiz tarafından kararlaştırıldı.[38]Zeyd b. Sâbit Hazretleri, bu su­retle oku­ma yazma öğrenen çocuklar arasında idi. Bu sâyede Medine’de de okuma yaz­ma bilenlerin sayısı çoğaldı.

İnen Ayetler

Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine şu ayet-i kerimeler nâzil oldu:

“Hiçbir peygamberin, bulunduğu yerde düşmanlarını ağır bir mağlubiyete uğratıp kımıldanamaz bir hale getirmedikçe, onlardan esirler alması lâyık ve vâkî değildir.

“Siz dünyayı (düşmanı ezmeden esirler tutup onlardan faydalanmayı) isti­yorsunuz. Allah ise, sizin için ahiret sevabını ister.

“Allah, kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli ye­rince yapandır.

“Eğer, (Levh-i Mahfuz’da) Allah’ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka bir azap do­kunurdu.

“Artık aldığınız o ganimetten helâl ve temiz olarak yiyiniz. Allah’tan kor­kunuz. Şüphe yok ki Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.”[39]

Hz. Ömer, konuyla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

“Sabahleyin Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Be­kir’i oturmuş, ağlıyor gördüm.

“‘Yâ Re­sû­lal­lah! Sen ve arkadaşın, niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi ba­na söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım! Ağla­nacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım!’ dedim.

“Re­sû­lul­lah, ‘Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları fidye-i necattan do­layı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın, şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu, bana gösterildi’ buyurdu.”[40]

Pey­gam­be­ri­mizin Esirler Hakkında Müslümanlara Tavsiyesi

Peygamber Efendimiz mücahitlerle, esirlerden bir gün önce Medine’ye gel­di.

Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri, ashabı arasında dağıttı ve onlara, “Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz” buyurdu.

Esirler arasında bulunan Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) kar­de­şi Ebû Azîz der ki:

“Esirler Bedir’den Medine’ye getirildikleri zaman, ben de ensar­dan bir aile­nin yanına düşmüştüm. Re­sû­lul­lah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsi­yelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ek­meği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ek­mek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de, utandığımdan, o ekmek parçasını, veren kimseye iade ederdim. Fakat o yine ekmeğe dokunmadan tekrar ba­na verirdi!”[41]

Pey­gam­be­ri­mizin, Sakladığı Altınları Abbas’a Haber Vermesi!

Esirler arasında bulunan, Pey­gam­be­ri­mizin amcası Hz. Ab­bas, oldukça zen­gin bir zâttı.

Resûl-i Ekrem, “Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Akîl b. Ebî Tâlib ile Nevfel b. Hâris için fidye-i necat öde! Çün­kü sen, servet sahibisin” dedi.

Hz. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfet­mek üzere sekiz yüz dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alın­mış ve ganimet malları arasına katılmıştı. Bunun için Peygamber Efendimi­ze, “Bâri, harp esnasında elimden alınan o altınları, fidye-i necatlara say” diye teklif etti.

Peygamber Efendimiz, “Hayır… O, bizim aleyhimizde sarf­etmek için taşıdı­ğın ve Allah’ın sonunda bize nasip ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz” buyurdu.

Hz. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Beni avuç açtırıp da dilendire­cek misin?” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ya o altınlar nerede kal­dı?” diye sordu.

Hz. Abbas, “Hangi altınlar?” dedi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz ferman etti:

“Hani senin, Mekke’den çıkacağın gün, zevcen Ümmü Fadl’a teslim ettiğin al­tınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen, Ümmü Fadl’a, ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhan­gi bir felâkete uğrayıp da dönemez­sem, şu kadarı senin içindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için­dir, şu kadarı Ubeydullah içindir, şu kadarı da Kusem için­dir!’ demiştin. İşte o altınlar!”

Hz. Abbas, hayretle, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Allah haber verdi!” buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i imanı kazanıp Müslü­man oldu. Fidye-i necatını ödedikten sonra da Mekke’­ye döndü.

Hz. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını izhar et­me­yip hep gizli tu­tum ve davranışları Peygamber Efendi­mi­ze yazar ve Mek­ke’­deki Müslüman­lara yardım ederdi.[42]

Hz. Zeyneb’in Gerdanlığını Göndermesi

Bedir esirleri arasında, Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zey­neb’in ko­cası Ebû Âs b. Rebi de vardı.

Hz. Zeyneb (r.a.), kocası Ebû Âs’ın fidye-i necatı olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb’e, evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.

Resûl-i Kibriya’nın bu güzide kerimesinin gerdanlığını fidye-i necat olarak göndermesi, ashab-ı kirama fazlasıyla tesir etti.

Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve “Eğer münasip görürseniz, Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz” bu­yurdu.

Bunun üzerine sahabeler, Ebu’l-Âs’ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevi­rerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek kalbini mem­nun ettiler.[43]

Bedir Zaferi’nin Akisleri

Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müspet-menfi akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudi ve putperestlerin gözleri yıldı. Hatta Yahudilerden bazıları, “Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulamaz. Galip olacak hep odur” diyerek imana gel­diler. Bir kısmı ise, korkularından iman etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fe­sat çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.

Habeş Necâşîsi de, Pey­gam­be­ri­mizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasın­daydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, “Allah, Resû­lüne Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı ham­de­derim” diyerek memnu­niyet ve sevincini izhar etti.

Medine’de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir mâtem havasına bürünmüşlerdi.

Bedir galibiyetiyle civarındaki kabilelere de gözdağı verilmiş oldu.

 

Ebû Leheb’in Ölümü

Ebû Leheb, Bedir’e katılmamış ve yerine Âsî b. Hişam’ı göndererek Mek­ke’de kalmıştı.

Ku­reyş ordusu, İslam ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mek­ke’ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süf­yan b. Haris’i yanına çağırarak, “Ey kar­deşimin oğlu! Hal­kın işi nasıl oldu? Bana anlat” dedi.

Ebû Süfyan İbni Haris, “Vallahi” dedi. “Biz o cemaatle karşılaşınca boz­gu­na uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat ben hal­kı kınamam ve ayıplamam; zira, kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süva­riy­le karşılaştık ki onlara karşı koymak mümkün değildi!”

O sırada Hz. Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Refi de orada bu­lu­nuyorlardı. Ebû Refi, “Vallahi, o gör­düğün süvariler, melekler idi!” de­yince, Ebû Leheb, hiddetlenip yüzüne şiddetli bir to­kat indirdi, sonra da üze­rine çö­küp dövmeye başladı.

Ümmü Fadl, gayrete geldi.

“Biçare köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun!” di­yerek bir çadır di­reğiyle Ebû Leheb’in başını yardı.

Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti.

Gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Re­sû­lul­lah­’a ve Müs­lümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.

Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kok­maya baş­ladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kim­se yanına yaklaşmak is­temiyordu.

Ku­reyşlilerden biri bir gün oğullarına, “Yazıklar olsun size! Babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğrama­mak­tan utanmıyor musunuz?” dedi.

Onlar, “Biz, onun hastalığından korkuyoruz!” deyince, adam, “Hay­di, ge­lin! Ben size yardım edeyim” diyerek gittiler.

Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi.

Onu ne yıkadılar ve ne de ona el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yu­karı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.


___________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 257; İbn Sa’d, Tabakat, c. 11, s. 11.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 482.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 457; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 405.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 12; İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 263.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 264.
[6] Bedir, Medine’den 120 fersah (takriben 145 km) uzaklıkta, Medine’nin güneybatı yönüne dü­şen bir ovanın adıdır. Etrafı yüksek dağlarla çevrilir. Câhiliyye devrinde burası bir panayır yeri olarak kullanılıyordu. Akar suyu ve muz, üzüm gibi meyveleri bol olan bir yerdi.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 149-150.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 21.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 21.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 270
[11] Vakidî, Megazi, s. 30
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 266.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[14] Enfâl, 5-6.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 268; Vakidî, a.g.e., s. 37-38.
[17] Müslim, Sahih, c. 5. s. 170.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 567-568.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15; İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 235.
[22] Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 291.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 13; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.
[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 286.
[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 22; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 246.
[39] Enfâl, 37-39.
[40] Müslim, Sahih, c. 5. s. 157.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 300.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 13-15; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 112.
[43] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 308.
[44]İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 74; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 288.