Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de harp ve cihada izinli değildi. Allah’tan aldığı emirler gereği bütün mesaisini iman esaslarını kalp, ruh ve akıllarda tespite hasretmişti. Va’z ve nasihatle, ikaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Her türlü mezâlime karşı bu devrede sabır ve sükûnetle harekete memur bulunuyorlardı. Mekke’de ilk zamanlarda nâzil olan ayetlerde bu husus açıkça görülür.
Zaten İslam hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış dairesinde münâsebettir. Harp ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaat olunur.[1]Cenab-ı Hakk’ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamazdı. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise, neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaatlere binaendi.[2]
Peygamber Efendimize ve Müslümanlara onca mezâlim ve işkencenlere rağmen Mekke’de harp ve cihada izin verilmediği, sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine’ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.
Gerçi İslam, Medine’de günden güne kuvvet kazanıyor ve süratle inkişaf kaydediyor, Kur’an güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu; ama yine de Resûl-i Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, ama münafıklarla Yahudiler, gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudiler, Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.
Münafıklar, daha da tehlikeli bir durum arz ediyorlardı.
Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç kabilesinin reisi bulunan Abdullah b. Übey b. Selûl için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken, hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve hil’at gibi şeyler unutulmuştu.
Abdullah b. Übey, kavmine uyarak zâhiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hatta Resûl-i Ekrem Efendimizin tebligatına, va’z ve nasihatlerine müdahale etme cür’etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokmak için meydana getirdikleri hadiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.
Ayrıca Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudilerini, hatta Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke’de söndüremedikleri nuru akıllarınca Medine’de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.
Hâricî ve dâhilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensarın ileri gelenlerinden biri olan Sa’d b. Muaz Hazretleri, bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:
“Allahım! Bilirsin ki Senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur! O Kureyş ki Resûlünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allahım! Öyle tahmin ediyorum ki bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!”[3]
Görüldüğü gibi, Medine’de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte, bu sırada Peygamber Efendimize, mukabele ve müdafaa suretiyle savaşa izin verildi. Konuyla ilgili nâzil olan ayette şöyle buyruldu:
“Kendileriyle mukatele edilenlere (yani düşmanların hücumuna uğrayan mü’min), uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kâdirdir. Onlar (o mü’minlerdir ki) haksız yere ve ancak ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.”[4]
Ayet-i kerimenin ifadesinden anlaşıldığı gibi, burada cihat izni kayıtlıdır ve sadece “tecavüze maruz kaldıklarından ve zülme uğradıklarından” dolayı verilmiştir. Yani, Müslümanlar, herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklar. Şayet zulme maruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu ayetle, aynı zamanda İslam muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
Bu ayetler, Müslümanlara, “saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaa etme” meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nâzil olacak ayetlerle bilâhare cihat Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.[5]