(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 617)

Bu tarihe kadar İslam’ın inkişafına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafın­dan girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı! Üstelik İslamiyet, daha da hızlı inki­şaf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mu­kavemete rağmen artıyor ve İslam’ın nuru Mekke dışındaki kabileleri de ku­caklamaya başlıyordu!

Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi iki kahraman İslam safına katılmış bulunu­yordu. Hz. Ömer, önceki halin tam tersine İslam davasını bü­tün güç ve gayre­tiyle benimsemiş, adeta İslam’ın sağ kolu olmuştu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü!

Diğer taraftan, Ku­reyş müşrikleri, Necâşînin ülkesine sığınmış bulunan Müs­­lümanları geri alma işini de başaramamışlardı. Hükümdar Ashame, mül­te­ci Müslümanları geri vermediği gibi, onları koruyacağına dair de söz ver­miş­ti!

Bütün bunlar, Ku­reyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye sevke­diyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu!

Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çevire­meyeceklerini, İslam’ın ilerleyip yayılmasına en­gel olamayacaklarını anlamış­lardı. Nasıl ki akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti!

Şu halde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almaları lâzım geliyordu. Öyle yaptılar. Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayrimüslim olsun, Hâşimoğul­la­rı­nın tamamıyla münâsebetlerini kesmeye karar verdiler.

İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle tespit ettiler:

1) Hâşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.

2) Hâşim ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.

3) Hâşim ve Muttaliboğullarına hiçbir şey satılmayacak.

4) Hâşim ve Muttaliboğullarından hiçbir şey satın alınmayacak.[1]

Bu karara akıllarınca kutsî bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Ayrıca bu karara aykırı davranmayacaklarına dair ant içti­ler.[2]

Bu boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu or­tadan kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Hâşim ve Muttalibo­ğulları aileleri ar­tık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde otura­mazlardı. Ebû Leheb hâriç, Mekke’nin kuzey tarafında bulunan Şi’b-i Ebû Tâlib [Ebû Tâ­lib Mahallesi] denilen yere topluca taşındılar.[3]

Artık bu mahalle sâkinleriyle bütün münâsebetler kesilmişti. Ka­zara oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı.

Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece, hac mev­siminde dışarı çıkıp alış verişte bulunmalarına sözde müsaade ediyorlardı. Sözde diyoruz, çünkü o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak, onlara bir şey aldırmamak için ellerin­den gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı. Hatta zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dala­vere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğra­yanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.

Ebû Leheb, Hâşimoğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu. Mekke’ye yiyecek maddeleri getiren kervanları şehrin dı­şında karşılıyor ve “Ey tacirler! Hâşimoğullarına bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçler yetmesin! Benim, servet sahibi olduğumu bi­lirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yi­ye­cek, gi­yecek mallarınızın kıymetini bir kat artırın. Üst tarafını ben öderim!” diyor ve Müslümanların, açlıktan feryat eden çocuklarının ya­nına boş dönmelerine se­bep oluyordu.

Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryatlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryatlardan adeta emsâlsiz bir zevk alıyorlardı. Bu hadise, imansızlı­ğın, inkâr ve küfrün, insanı, hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin ibretli bir misâlidir!

Boykota uğrayanlar, dışarıdan fazla bir şey alamadıklarından, haliyle şid­detli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.

Bununla birlikte Müslümanların bu haline acımayanlar da yok değildi. Bir gün, Hz. Hatice’nin kardeşinin oğlu Hâkim b. Hizam, bir deve yükü un gönde­re­rek onu Şi’b­de­ki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı.

Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hatice’ye götürü­yordu. Yolda Ebû Cehil’e denk geldi.

Ebû Cehil ona, “Sen, Hâşimoğullarına yiyecek götürüyorsun, öyle mi? Val­lahi gidemezsin! Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke’de açıklayıp, seni re­zil ederim!” dedi.

O sırada Ebu’l-Bahterî yanlarına çıkageldi ve Ebû Cehil’i mua­heze ederek, “Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir!” diye konuştu.

Ancak Ebû Cehil, inat ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bu­nun üzerine Ebu’l-Bahterî’yle birbirlerine girdiler. Ebu’l-Bahterî, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı.

Yine bu meyanda, akrabalık gayretiyle Hâşimoğulları ve Müslümanlara yar­dımını esirgemeyenlerden biri de, Hişam b. Amr b. Hâris idi. Birkaç kere müşriklerden haber­siz Şi’b’de bulunanlara, develerle yiyecek götürmüştü.

Servetlerini Harcamaları

Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendi­miz olmak üzere Ebû Tâlib ve Hz. Hatice var yoklarını harcadılar; fakat yine de, onları açlık ve kıtlıktan kur­taramadılar.

Şi’b’de korkunç bir hüküm sürmeye başlamıştı.

Bütün bunlar niçin yapılıyordu?

Tek bir şey için: Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’i ﷺ teslim almak!

Müşrikler, bu tarz bir tatbikatla maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki hadise tamamen arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Hâşimoğulları, bu abluka devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel teh­likelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta Ebû Tâlib, “herhangi bir suikaste maruz kalabileceği” ihtimaline binaen geceleri Pey­gam­be­ri­mizi yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu!

Bi’setin 7. senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot, tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslam’ın gelişmesine engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bü­tün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifa ediyor, ak­rabalarına, Hâşimoğullarına iman ve İslam’ı anlatmaktan bir an dahi geri dur­muyordu!

Boykot Kaldırılıyor!

Boykot uygulamasının 3. senesiydi.

Cenab-ı Hak, müşriklerin Kâbe içine astıkları malum sahi­feye bir kurt mu­sallat etti ve durumu vahiyle Resûlüne bildirdi. Sahifede, güvenin yemediği, “Bismike Al­la­hüm­me! [Allahım, senin isminle başlarım!)” yazısı kalmıştı sa­dece…

Resûl-i Ekrem, durumu amcası Ebû Tâlib’e anlattı. Bunun üzerine Ebû Tâ­lib, gidip müşriklere şu teklifte bulundu:

“Kardeşim oğlunun bana haber vermesine göre, Allah, sizin Kâbe’de astığı­nız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lâfzı dışında bulunan, zulüm, akrabalarla münâsebeti kesme ve iftira gibi ifadeleri yiyip bitirmiştir. Kâbe’ye gidip sahifeye ba­kınız. Eğer yeğenim doğru söylemişse, bu zulüm ve kötü dav­ranışınızdan vazgeçiniz. Eğer (hâşâ) yalan söylemişse, ben onu size teslim ede­ceğim. Onu öldürmek veya diri bırakmak hususunda serbestsiniz!”[4]

Kâbe’ye giden müşrikler, Ebû Tâlib’in anlattıklarının aynısını gözleriyle gör­düler. Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Efendimizin bir mucizesi olarak kabul etmediler ve “Bu da bir sihirdir” diyerek nura gözlerini ka­padılar!

Bununla birlikte bu hadise, boykot havasının şiddetini bir derece kırdı. Boykot kararının aleyhinde hatırı sayılır birkaç kişi de ortaya çıkınca, bi’setin onuncu yılında (Milâdî 619 senesinde), Ku­reyş’in hudut tanımaz inat ve kü­fürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kaldırıldı. Kararın feshedildiği halka duyuruldu ve boykotun yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.

Böylece müşrikler, “vazgeçilmez bir karar” olarak vasıflandırdıkları zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin iman önünde mağlubiyetinin açıkça bir kere daha ilanı idi.

Bu üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki Resûl-i Ek­rem Efendimiz bu hadiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke’nin fethine geldikleri sırada, Mina’dan Mekke’ye ineceği zaman, “Ertesi gün inşallah vara­cağımız yer, Kinâneoğullarının yurdu, yani Mu­has­sab olacaktır ki burada Ku­reyş ve Kinâneoğulları, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birliği yapmış­lardı”[5]diyerek, o acı günleri ashabına hatırlatmıştı!


__________________________________________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 375; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 208-209; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 229-230; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 375; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 209; Belâzurî, a.g.e., c. 1, s. 230.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 376; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 209; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 16-17, İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 209-210.
[5] Buharî, Sahih, c. 3, s. 62.