Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi.

Bu sırada Ku­reyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, ya­pı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bu­lunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab bir hale getirmişti.

Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.

Bu arada, bir hadise daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin ko­rundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına se­bep oldu.

Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çalın­ması eklenince, Mekkeliler, artık verdikleri ka­rarı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.[1]

İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi

Ku­reyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, iştişâre edi­yorlardı.

Bu sırada, Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu.

Bunu haber alan Ku­reyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Ge­minin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve demir idi. Bunlar, Ku­reyş’in arayıp da bulama­dıkları şeylerdi!

Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz sata­bilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticaret eş­yası satanlardan öşür alırlardı.

Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mimar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anlaştılar.

Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarlığı­nı Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke’de oturan Kıbtî bir usta yapa­caktı.[2]

Duvarların Taksimi

Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur’ayla kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile Zühreoğullarına Kâbe’nin Şam cephe­si (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cü­mah) ve Amiroğulları payına Kâ­be’nin Yemen köşesi ile Ha­ce­rü’l-Esved köşesi arası; Mah­zum ve Teymoğulla­rı­na ise, Safâ ile Ecyad’a bitişik olan Ye­men cephesi düştü.[3]

Mekke’nin Sarsılması

Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim’in attığı temele ka­dar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı!

Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamadılar. İçle­rinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifa etti­ler.[4]

Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması

Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bü­tün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.[5]

Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi!

Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu!

Dört beş gün, Kâbe’nin duvarlarına tek taş koymadan, Ku­reyş kabileleri bekleyip durdular! Sonra tekrar Mescid-i Haram’da toplandılar, birbirleriyle ko­nuştular, tartıştılar.

Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.

Uzlaşmayı Sağlayan Teklif!

Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken, Ku­reyş’in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğîre, ortaya atıldı ve taraflara şu tekli­fi sundu:

“Ey Ku­reyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, mâbedin şu kapısından (Benî Şey­be Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!”[6]

Ebû Ümeyye’nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gör­dü.

“Muhammedü’l-Emin” Geliyor!

Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı!

Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çareyle son vere­cekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?

Merak dolu bakışlar, mescidin mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.

Kapıdan bir zât belirdi!

Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun aramızda vereceği hükme râzıyız!”[7]

Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di ﷺ. Herkesin iti­madını kazanmış olan dürüst insandı.

Bu sebeple, merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü âdil karar vereceğinden hepsi tereddütsüz emindi.

Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.

Ku­reyş, durumu kendilerine anlattı.

Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin… İsabetli ka­ra­rı vermekte gecik­medi ve şu emri verdi:

“Hemen bana bir örtü getiriniz!”

Ânında getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu­ğî­re’­nin elbisesiydi. Di­ğer bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.[8]

Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.

Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O örtüyle ne yapacaktı?

Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, Hace­rü’l-Esved’i bu ör­tünün ortasına koydu; sonra da, “Her kabileden bir kişi bunun birer köşe­sinden tutsun” diye emretti.

Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar.

…Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu!

Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.[9]

Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli kararıyla, ka­bileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.

Bu kararıyla Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda İlâhî bir kuvvetle teyit edildiğini ortaya koymuş oluyordu!

İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hace­rü’l-Es­ved’i[10]yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.[11]

PEYGAMBERİMİZİN, HZ. ALİ’Yİ YANINA ALMASI

Efendiler Efendisi otuz altı yaşında.

Milâdî 607 senesi.

Mekke’de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu aile, geçim sı­kıntısından perişan bir durumda idi.

Geçim sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in ailesiydi.

Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki… Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadîrşinaslık­ları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir mizaca sa­hip bulunuyordu!

İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden ge­len yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan beri, şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Tâ­lib…

Amcası geçim sıkıntısı içindeyken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı?

Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer am­cası Hz. Abbas’a koş­tu, durumu kendisine arz etti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Tâlib’e yardım el­le­rini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerektiğini anlattı.

Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle kar­şıladı ve birlikte Ebû Tâlib’e vardılar.

Maksatları, Ebû Tâlib’in evindeki kalabalığı biraz azalt­mak, hiç olmazsa birka­çının nafaka yükünü omuzun­dan kal­dırmaktı!

Maksatlarını Ebû Tâlib’e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâye­sine aldı.[12]

O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, “Gü­zel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i Kibriya’nın himâ­yesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildiğinde ise, derhal iman edecektir! Bu imanı sırasında dokuz on yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda “ilk Müs­lüman çocuk” şerefini de kazanmış olacaktır.[13]




______________________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 205; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 145.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 1, s. 200.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207-208; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. ?
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209-210; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.
[10] Renginin siyah olması sebebiyle “Hacerü’l-Esved (Siyah Taş)” diye adlandırılmış bulunan bu mü­barek taş, Kâbe’nin şark köşesinde olup yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yere yerleştirilmiş, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halkayla çevrilidir. Bir başka ismi “Ruhü’l-Esved”dir.

Bu mübarek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim’e (a.s.) Hz. Cebrail tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys dağında muhâfaza edilmekteydi. Bir rivâ­yete göre, Peygamber Efendimizin “Ben peygamber gönderilmeden evvel, Mekke’de bana se­lam ve­ren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum!” ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü’l-Esved’dir.

Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:

“Çok iyi bilirim ki sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın! Eğer Re­sû­lul­lah’ın seni takbil ettiğini (öptüğünü) görmeseydim asla seni takbil etmezdim!”
[11] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 129.
[12] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 263.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.