Kâinatın Efendisi on iki yaşına girmişti.

Akranları arasında artık farklı beden ve simaya sahipti. Siması etrafa pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.

Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise, o sırada büyük bir geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için, ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Ku­reyş’in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam’­a gitmeyi kararlaştırdı.

Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar Efendimizin gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle, çok sevdiği amcası, kendisinden bir müddet ayrıla­caktı. Ama o buna nasıl tahammül edebilirdi? Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de aziz annesini böyle iki seyahat sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmîsi Ebû Tâlib, böyle bir seyahate çıkacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı. Nâzik ve lâtif ruhu bu ayrılığa nasıl dayanacaktı?

Ebû Tâlib gibi ev halkı da Kâinatın Efendisinin başına yolda bir şeylerin gel­mesinden korktukları için bu seyahate katılmasını is­temiyorlardı. Ancak o, am­ca­sıyla gitmeyi candan arzu ediyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amca­sı­na açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona şöyle hitap etmekten kendini alamadı:

“Amcacığım! Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam!”

Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne, değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlib, en katı yü­rek­li­ler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu coşturan bu ifadeler karşısında Ebû Tâlib, derhal kararını değiştirdi. Artık Kâinatın Efendisi de amcasıyla bir­likte gidecekti.

Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu. Hazırlıklar tamam­landı ve o, amcasıyla birlikte ticaret ker­vanına katıldı.

Kervan, çölleri aşa aşa Busra’ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.

Rahip Bahîra’nın Müşâhede ve Tespiti

Busra panayırına yakın küçük bir manastırda o sırada bir rahip yaşıyordu: Bahîra…[1]Bu rahip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü manastırda bir kitap vardı ki orada ibadete kapanan her rahip o kitaptan oku­yarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelip geçmiş bü­tün rahipler de o kitaptan istifade etmişlerdi.[2]

Ku­reyş’in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de rahibin bu ma­nas­tırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki daha önceki seneler gelen Ku­reyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye bek­lenmedik bir sürprizle yakın alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet ter­tipledi.

Bu ilgi, bu ziyafet nedendi?

Kafiledekileri düşündüren soru, bu idi!

Bilgin rahip, kafilede o âna kadar gözlerinin şahit olmadığı bazı garipliklere şahit olmuştu: Manastırda, Ku­reyş kafilesini seyrederken bir bulutun, Efendi­ler Efendisini gölgelediğini görmüştü! Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne adeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti!

Bu garipliği görmüş olan Rahip Bahîra, manastırından çıkarak, Mekkeli ti­ca­ret kafilesini çağırdı ve şöyle dedi:

“Ey Ku­reyşliler! Size yemek hazırladım. Bu ziyafetime, büyüğünüz küçü­ğünüz, hürünüz köleniz dâhil hepinizin gelmesini istiyorum!”

Bahîra’nın bu garip tavrı, Ku­reyşli tüccarların dikkatin­den kaçmadı. Sebe­bini merak ettiler ve sordular: “Ey Ba­hî­ra! Vallahi, bugün sende bambaşka bir hal var. Biz sa­na her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle bir şey yaptığın vâkî değil. Sendeki bu hal nedir?”

Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:

“Evet, gerçekten doğru söylediniz! Ama ne de olsa, sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek, istedim. Buyurun yeyiniz!”

Davete icabet edildi ve sofraya oturuldu.

Ancak kafileden, sofrada tek bir kişi eksikti: Bahîra’nın aradığı, Kâinatın Efendisi! Yaş itibarıyla en küçükleri olduğundan, kafilenin eşyalarını bekle­mekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.

Bahîra, bütün dikkatiyle sofradakileri süzmekle meşguldü; ancak aradığı nurlu sima yoktu aralarında… Sordu: “İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?”

Cevap verdiler: “Hayır ey Bahîra! Senin davetine icabet edip gel­me­yen kim­se yok. Sadece bir çocuk var: Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir ço­cuk!”

Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan Son Peygamberin özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Ba­hîra, onun da gelmesini ısrarla is­tedi.

Ku­reyşli tüccarlar, Bahîra’nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler.

Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra’­nın gözleri bütün dikkat ve hayretiyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareke­tini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.

Bahîra, aradığını bulmuştu! Maksadına erişmişti; zira, bütün dikkatiyle süz­mekte olduğu nur çocuğun her hali ve her hareketi, yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpatıp uyuyordu!

Yemek yendi. Sofradakiler dağılırken, Bahîra, Kâinatın Efen­disi Peygambe­rimizin kulağına eğildi ve “Bak delikanlı, Lât ve Uzzâ hakkı için sana soraca­ğım şeylere cevap ver!”

Nur gözlerde bir tiksinti, bir nefret belirtisi: “Lât ve Uzzâ adına benden bir şey isteme. Vallahi, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem!”

Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti: “O halde, Allah hak­kı için, sana sora­caklarıma cevap ver!”

Peygamber Efendimiz, “Sor” dedi. “İstediğini sor!”

Sorduğu her soruya aldığı cevap, Bahîra’yı hayretler için­de bırakıyordu; çün­kü onun Son Peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu!

Son olarak, Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik mührünü gördü!

Artık Bahîra’da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, bekle­nen Son Peygamber idi!

Rahip Bahîra ile Ebû Tâlib Başbaşa

Rahip Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:

“Bu çocuk senin neyin olur?”

“Oğlumdur!”

“Hayır, o senin oğlun değil! Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâ­zım!”

“Evet, doğru söyledin; o benim öz oğlum değil, yeğenimdir.”

“Peki, babasına ne oldu?”

“Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti.”

“Evet, doğru konuştun!”

Bahîra açısından artık her şey apaçık ve kesin idi.

Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestli­ğini gösterdi:

“Bu yeğenini hemen memleketine geri götür! Onu hasetçi Yahudilerden ko­ru. Vallahi, Yahudiler, çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü senin bu yeğenin, ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür!”[3]

Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlib, mallarını orada satarak aziz yeğeniyle Mek­ke’ye geri döndü.[4]

Rahip Bahîra gibi, birçok Hıristiyan ve Yahudi âlimi, Resûl-i Ekrem Efen­di­mi­zin sıfatlarını kitaplarında görmüşler ve “Evet, kitaplarımızda Mu­hammed-i Arabî’nin ﷺ sıfatları ya­zılıdır” diyerek, hak bir itirafta bulun­muşlardır. Bu itirafa rağ­men, yine de birçoğu İslam’ın şerefiyle şereflenmekten mahrum kalmışlardır.

Bu eşsiz bahtiyarlığa erenler arasında ise şunları sayabiliriz:

Abdullah İbni Selam, Vehb İbni Münebbih, Ebî Yâsir, Şamûl, Esid ve Sa’lebe b. Saye, İbni Bünyamin, Muhay­rık, Kâ­bü’l-Ah­bar, Dağâtır, İbni Nâtûr, Câ­rûd…[5]

Kur’an-ı Kerim, ehl-i kitabın bu hakperest âlimlerinden şu ayetleriyle bah­seder:

“Şüphe yok ki onlar, hakkı itiraf etmek hususunda büyüklen­mek istemez­ler. Peygambere indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Biz, Se­nin indirdiğine iman ettik. Artık Sen, bizi hakka şahit olanlarla beraber yaz’ derler.”[6]


___________________________________

[1] Bahîra’nın asıl adı, Circis veya Sercis’tir. Avrupalı tarihçiler, “Serciyus” derler. Kendisi bir Yahu­di âlimi iken, sonraları Hıristiyanlığı kabul etmiştir (İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 191, dipnot 1).
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 191.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 191-194; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 153-155; Be­lâ­zu­rî, Ensab, c. 1, s. 96-97; Taberî, Tarih, c. 1, s. 194-195.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 194; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 155; Belâzurî, a.g.e., c. 1, s. 97.
[5] Hüseyin el-Cisr, Risale-i Hamidiyye, Terc., s. 55-56; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 168-169.
[6] Mâide, 82-83.