Kâinatta en büyük hadise, hiç şüphe yok ki Kâinatın Efendisi Peygamberi­miz Hz. Muhammed’in ﷺ dünyaya teşrifleri hadisesidir.

Çünkü hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîr-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmaya­caktı; dolayısıyla, imtihan dünya­sının kapısı da açılmayacaktı. “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap na­zarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekke­bidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî, hem çe­kirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya, mücessem bir zîha­yat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.”[1]

İşte,  “Sen olmasaydın ey Habîbim, fe­lekleri [kâinatı] yaratmazdım!” kutsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir.

Ayrıca Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi hu­susî değil, umumî ve cihanşümûldür. Buna binaen, elbette, dünyaya teşrifleri esnasında birtakım harika hadiseler vücuda gelecekti ve bu hadiseler, akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevke­de­cekti!

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu ha­rika hadiseler meydana geldi:

Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu

Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resûlünün geleceğini görüp öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayı­lırlardı. Efendimizin doğumu ge­cesinde bir yıldız parlamış ve Yahudi âlimler bu yıldızdan Ahir zaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamış­lar­dı.

Resûl-i Zîşan’ın meşhur şâiri Hassan b. Sâbit (r.a.), bu hususu şöyle anlat­mıştır:

“Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti, Yahudinin biri ‘Hey Yahudiler!’ diye çığlık atarak ko­şuyordu. Yahudiler, ‘Ne var, ne yır­tı­nıyorsun?’ diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudi şöyle haykırıyordu:

“‘Haberiniz olsun: Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dün­ya­ya geldi.’”[2]

İbni Sa’d’ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise, şöyle denilmektedir:

“Mekke’de oturan bir Yahudi vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Ku­reyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: ‘Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?’ Ku­reyşli­ler, ‘Bilmiyoruz’ cevabını verince, adam sözlerine devam etti: ‘Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.’

“Ku­reyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudiye haber verdiler: ‘Bu gece Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.’

“Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:

“‘Peygamberlik artık İsrailoğullarından gitti! Ku­reyş­li­le­re öyle bir devlet ge­le­cek ki haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.’”[3]

Demek, gökkubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle, Resûl-i Kibriya Efendimi­zin gelişini alkışlıyordu.

Medâyin’deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı

Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteri­yordu.

Derin uykuya dalan Medâyin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o sapasağlam burçlarından 14’ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!

Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin di­nî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hadisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.

Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye başlamamış­lardı ki doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İs­tah­ra­bad’da binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber verili­yordu.

Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.

Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: “Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.”

Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan’ın bu rüyasını da manalı bul­du. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan’a sordu: “Peki, bu neye işaret olabilir?”

Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: “Araplar tarafından çok önemli bir şey­ler olacağına işaret olabilir!”

Kisrâ, bunun üzerine derhal Hire Vâlisi Numan b. Mün­zir’e bir mektup yazdı. Mektupta, “Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebile­cek kudrette biri var­sa gönder!” diyordu.

Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Ab­dü’l-Mesih b. Amr adında bir bilgini Medâyin’e gönder­di.

Gelen âlimi, hükümdar, derhal huzura kabul etti. Cereyan eden hadiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.

Abdü’l-Mesih, Kisrâya, hadiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilave etti: “Şam yakınında Cabi­ye’­de oturan dayım Satîh’te, bunlara cevap ve­recek bilgi var­dır.”

Bunun üzerine Kisrâ, Abdü’l-Mesih’i, gidip, Satîh’ten hadiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.

Meşhur Şam kâhini Satîh, kemiksiz, adeta âzâsız bir vücut, yüzü göğsü için­de bir acube-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Daima sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten verdiği doğru ha­berler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.

Abdü’l-Mesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Sa­tîh’in yanına vardı. O sı­rada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli has­talık içinde kıvranı­yor­du. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götür­müştü ki gelen adamın ne selamını alabildi ve ne de konuşabildi.

Fakat Abdü’l-Mesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh, gözlerini bir­den açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı: “Ey Abdü’l-Me­sih! İlâhî vahyin okun­ması çoğalacak! Asâ’nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satîh için… Şunu bil ki zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebilik ipinin iki ucunu düğümledi.” Derin bir nefes çektikten sonra da ilave etti: “Sasanî­ler­den, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm ye­rini bulacaktır.”[4]

Bu cümleler, Satîh’in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu ger­çeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah’a teslim etti.

Meşhur Kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça ahir zaman Pey­gamberinin dün­yaya gelmiş olduğunu haber veriyordu.

O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hadise, dünyaya o gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Maz­deiz­min[5]karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim tarih buna da şahit oldu ve hadiseler Satîh’in haber verdiği gibi cereyan etti: İran devleti, alt­mış yedi yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadi­siy­ye’de Hâ­te­mü’l-Enbiya’nın ordusu tarafından İslam topraklarına katıldı.

Kâbe’nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek Çoğu Başaşağı Yıkıldı

Ku­reyş müşrikleri, Allah’ın tek mâbud oluşunun ilk olarak âbideleştiği yer olan Kâbe’yi, put­larla, karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki henüz tev­hid tem­silcisi Resûl-i Kibriya’nın dünyaya gözlerini aç­ması karşısında bile çoğu, yerle­rine kurşunla perçinlen­miş bu putlar, hadisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.

Bu hadisenin ifade ettiği mana büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu zât, kendi­sine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracak, gö­nüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını bayraklaştıracaktır.

Dünya buna da şahit oldu: O Resûl-i Zîşan, kısa zaman­da Kâbe’yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslam imanıyla yok edi­ver­di.

İstahrabad’da Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi

Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmiş­lerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğ­ramış basit bir ateşmiş gibi sö­nüverdi.

Demek ki gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çır­pıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş’­ale­siyle aydınlatacaktı.

Takdis Edilen Meşhur Sava (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi

Bu da, gelen zâtın, Allah’ın izniyle olmayan şeylerin tak­dis edilmesini ya­saklayacağının ifadesiydi.

Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü

Demek ki dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihti­şa­mıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle sînesinde terbiye edip ok­şa­ya­caktı.

Semave Vadisi, Taşan Seller Altında Kalıp Suya Garkoldu

Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi.

Taşan seller Semave vadisi ve Semave şehrini sular altında bı­raktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve kendisinden yi­yecek ve içecek yardımı istediler.

Gökkubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde, hazan yaprağı gibi, gökkubbeden yıldızlar döküldü.[6]Bu hadise de şuna işaret ediyordu:

Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur! “Ma­dem Resûl-i Ekrem ﷺ, vahiyle dün­yaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve cinlerin ihba­ra­tına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an, nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti; hatta çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taife­sinden olan muhbirlerini bulamadılar.”[7]

O âna kadar görülmemiş bu hadiselerin, Resûl-i Ekrem’in doğumu sıra­sın­da meydana gelmeleri, elbette tesadüfî değildi. Ezelî Kudret’in kader kale­mi­nin tayin ve tespitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya, Ahir zaman Pey­gam­be­ri Hz. Muhammed’in ﷺ zuhurunu haber veriyorlardı!

_____________________________________________

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 106.
[2] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniyye, c. 1, s. 22.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 162-163.
[4] Taberî, c. 12, s. 131-132.
[5] Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran’da dinî bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va’z edilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususîyeti, mülk­te ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve eti­ni yemek de, bu mezhebin yasakladığı şeyler ara­sındadır (İslam Ansiklopedisi, c. 8, s. 201-205).
[6] Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 726-733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161-163.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 163.