Kâinatın Allah ile olan irtibatı malumdur. Yaratan-yaratılan, sanatkâr-sanat, tesbih edilen-tesbih eden, malik-mülk, âmir-memur gibi ilişkiler söz konusudur.

“Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tesbih / takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile tesbih etmesin. Ne var ki siz onların bu tesbih/tenzih ve takdislerinin farkında değilsiniz. Bunca azametiyle beraber, kullarının gaflet ve cürümlerine karşı, O, halimdir, gafurdur / çok müsamahalıdır, çok affedicidir.”(İsra, 17/44)

mealindeki ayet, kâinatın Allah’a karşı kulluğunu, memuriyetini ifade etmektedir.

Kâinattaki her varlık, mahiyetinin müsaade ettiği ölçüde Allah’ı bilmekte ve Onu tespih etmektedir. Şu ayet-i kerime bu noktada çok manalıdır:

“Görmedin mi, göktekiler, yerdekiler ve havada sıra sıra uçan kuşlar hep onu tespih etmektedirler. (Onların) her biri duasını, tespihini muhakkak bilmektedir. Allah, onların yaptıklarını bilir.” (Nur, 24/41)

Bununla, kâinatın şerefinin Allah ile olan irtibatında olduğuna dikkat çekilmiştir. Gerçekten herkes intisap ettiği efendisinin şerefiyle şereflendiği gibi, kâinat da Allah’a olan intisabından dolayı onurlanmıştır. Çünkü, Allah’ın sanatı olmak, Allah’ın memuru olmak, Allah’ın askeri olmak her türlü tarifin üstünde bir şeref bahşetmektedir.

İşte bu açıdan baktığımızda, Hz. Muhammed ﷺ’in manevî şahsiyeti bütün kâinatı alakadar etmektedir. Çünkü, onun nuru gelmeden önce kâinatın bu memuriyeti, bu askerliği, bu ubudiyeti, bu kulluğu hakkıyla bilinemiyordu. Her şey camit, başıbozuk, belli bir gayesi olmayan, tesadüf oyuncağı olarak algılanıyordu. Hz. Muhammed ﷺ geldiği zaman, Kur’an’ın semavî lisanıyla kâinatın Allah’ı tesbih eden şerefli bir varlık, O’nun bin bir esmasının tecellilerini gösteren bir ayna, O’nun sonsuz ilim, kudret ve hikmetini ders veren bir Rabbanî mektup olduğunu ilan etti. Bu sebeple bütün kâinat Hz. Muhammed ﷺ’e karşı minnettardır, medyun-u şükrandır.

Risalet-i Muhammediye ﷺ şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur ve Vahy-i Kur’an dahi, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Kâinat  ağacı, hayatı meyve verdiği gibi, bu hayat meyvesinin de meyvesi, yani en mükemmel şekli “hayat-ı Muhammediye”dir. Onun hayatı, hayatın hayatıdır, Onsuz hayat gerçek manada hayat sayılmaz. Ona karşı olan bir hayat ise insan hayatı olmaktan çok uzaklaşır, canavar bir hayvan hayatı olur.

“Maddî ve Manevî hayat-ı Muhammediye” denilince, Allah Resulü ﷺ'ın  cismanî ve ruhanî hayatları anlaşılır. Allah’ı hamd ile tespih etmeyen hiçbir varlık olmadığına göre, her varlık kendi mahiyetinin imkân verdiği ölçüde bir şuur sahibidir.

Bu şuurun en mükemmel şekli, hayatın da en ileri derecesi demek olur. Bu “şuur âlemini” bir ağaç olarak tahayyül ettiğimizde  bu şuurun meyvesi ve o şuurun şuuru ve nuru, “hayat-ı Muhammediye” olur. Yani, hayat denilince, kâmil manasıyla, Onun hayatı hatırlanacağı gibi, şuur denilince de yine Onun şuuru hatırlanır.

İşte vahy-i Kur’an, bu en mükemmel hayat ve yine en mükemmel şuur sahibine nazil olmuştur. Kur’an hakikatleri ise, “hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”

“Ruhsuz hayat” denilince bitkilerin hayatı, “akılsız şuur” denilince de hayvanların hayatı hatıra gelir. Kâinatın meyvesi olan insanlar, vahy-i Kur’anı dinlemekle, “nebatî cismaniyet ve hayvanî nefis” mertebelerini geride bırakarak gerçek insan olurlar.

İnsanlar vahy-i Kur’anı ve onun tebliğ edicisi olan Allah Resulünü (asm.) dinlemedikleri taktirde, bu kâinat “hayatsız, şuursuz ve nursuz” meyveler vermiş olacak ve onlara hizmet etme durumunda kalacaktır. Bu kâinatın sahibi, bu hale müsaade etmeyecek ve kıyameti kopararak kâinatın hayatına son verecektir.

Kâinatın divane olması, “kâinatın meyvesi olan insanların divanece hareket ederek hak ve hakikat yolundan sapmaları” şeklinde anlaşılabileceği gibi, “küfrün kâinatı bir tahkir” olması noktasından kâinatın kendisinin de sanki “Ben Allah’ı inkâr eden, isimlerini tezyif eden ve bizi kendi isyanına ortak yapan bu adamlara mı hizmet edeceğim.” diye hayrete düşmesi, ne yapacağını şaşırması olarak da yorumlanabilir.

Bütün insanların, “Bir harf katipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz.” gerçeğini kavrayamayacak kadar kafalarını ve akıllarını kaybetmeleri ve küfür yoluna girmeleri,  “küre-i arzın  kafasını ve aklını kaybetmesi”  olarak ifade edilmiştir.

Kainatı bir ağaca benzetecek olursak, onun meyvesi ve neticesi Hazreti Peygamber Efendimiz ﷺ'dir.  Kainat bir fabrika olsa en önemli ve özet mahsulü yine Hazreti Peygamber Efendimiz ﷺ'dir.

Burada öz ve meyve olma noktası onun ibadet ve kulluğudur. Yani Allah, kainat fabrikasını insanların kulluğu için tesis etmiştir. Kullar içinde en büyük ve geniş kulluğu ise Hazreti Peygamber Efendimiz ﷺ ifa etmiştir. Faraza bütün insanlar inanmayıp ibadetlerden kaçınsa Allah için Peygamber Efendimiz ﷺ'in yapmış olduğu kulluk kafidir. Bu kulluk için bu düzeni kurar, demektir.

Hazreti Peygamber Efendimiz ﷺ'in getirmiş olduğu nübüvvet şu kainat kitabının sırlarını ve inceliklerini insanlığa ders veriyor ve anlaşılmaz manalarını anlaşılır bir şekle çeviriyor. Bu yüzden Peygamber Efendimiz ﷺ ve getirdiği nübüvvet nuru, şu kainatın aklı ve şuuru hükmündedir.

İnsanlık soyut aklı ile kainat kitabının sırlarını ve muammalarını çözemiyor, okuyamıyor; bu yüzden insanlık Allah’ın nuru olan Peygambere ﷺ ve onun nübüvvetine muhtaçtır. Muallimsiz kitap anlaşılmaz, anlaşılmayan kitap da manasız ve faydasız kalır. Öyle ise Hazreti Peygamber Efendimiz ﷺ'in nübüvveti şu kainatın aklı ve şuuru mesabesindedir, o olmasa kainat insanlar açısından karanlığa gömülür. Nitekim felsefenin hükmettiği dönemlerde insanlık vahşet ve karanlık içinde nursuz kalmışlar ve birbirlerini yemişlerdir.

Allah (c.c.) ve melekleri ona salâvat getiriyorlar. (Ahzab, 33/56) Biz de bütün zerrelerimizle ve kâinatı kuşatan bütün zerreler adına ona ﷺ salâvat getirmeliyiz. Çünkü o ﷺ kâinat kitabının ayetü'l-kübrasıdır. Hz. Muhammed'in ﷺ nuru, o kitabın katibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer bu kâinata bir ağaç nazarı ile bakılsa o zatın nuru bu ağacın hem çekirdeği hem de en güzel meyvesi olur. Dünya hayat sahibi bir varlık kabul edilse, ruhu nur-u Muhammedi olur.

Bediüzzaman’ın bu konudaki şu ifadeleri çok manidardır:

"Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin ﷺ nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak." (Sözler, Onuncu. Söz, Zeylin İkinci Parçası)

Özet olarak kainatın özü ve şuurundan maksat  Peygamber Efendimiz ﷺ'in kulluğu ve  nübüvvetinin rehberliğidir.