Hz. Peygamberin eşsiz hatırası önünde saygı ve sevgiyle eğilme adına, dünyaya teşrif eden tertemiz şahsiyetinin manevi huzurunda saygıyla eğiliyor ve -15 asır sonra gelen nesiller adına- “dünyamıza hoş geldiniz, şeref verdiniz, bizden sana milyonlarca salât ve selam olsun” deyip selamlarımızı iletiyoruz. “Biz aciz kullarına peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (a.s.)’i âlemlere rahmet olsun diye gönderen âlemlerin Rabbine/Yüce Allah’a sonsuz hamd-u- senalar olsun” diyerek Yüce Rabbimize şükranlarımızı arz ediyoruz.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (.a.s)’in yeterince anlaşılamadığı bir çağda, onu anmak, onu anlamaya çalışmak, ona saygı ve sevgi huzmelerini sunmak, insanların olgunlaşmasında önemli katkı sağlayacak bir husus olduğunu düşünüyorum.
Çünkü bir kitap ne kadar güzel olursa olsun, eğer onu ders verip öğreten bir muallimi yok ise, yeterince anlaşılamaz. Okuyucular açısından anlaşılmayan bir kitabın boş bir kâğıttan farkı yoktur. O halde-insanların ruhî ve fikrî açıdan olgunlaşmasını sağlayacak olan- kâinat kitabının varlığının sırlarını açacak, bu kitabın telif edilmesinin hikmetlerini anlatacak, Kutsî müellifinin maksatlarını ders verecek muallimlere ihtiyaç vardır. Onun için her peygamber bir muallimdir, Hz. Muhammed (a.s.) ise, bu seçkin muallimlerin en mükemmeli ve en büyüğüdür.
Çünkü bu kâinat kitabının yazılmasının en büyük gayesi, onun kutsal müellifi olan Yüce Allah’ı tanıtmaktır.
“Gökleri ve yeri var eden yaratanın varlığında hiç şüphe olur mu?” (İbrahim, 14/10),
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes/her şey O’nu tesbih etmektedir. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, kullarına karşı çok yumuşak davranandır, çok bağışlayandır” (İsra, 17/44).
“Cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/56)
Yukarıda mealini verdiğimiz ayetler, bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu kutsal görevi yerine getirme konusunda, yani Allah’ın varlığını ve birliğini ders verip insanların akıllarına ve gönüllerine nakşetme hususunda, Hz. Muhammed’in ve O’nun insanlığa ders verdiği Kur’an-ı Kerimin eşi, benzeri yoktur. Bu husus, aklı başında olan dost ve düşmanın kabul ettiği bir gerçektir.
Bilindiği üzere, Yüce Allah’ın iki çeşit telifatı vardır. Bunlardan birincisi; O’nun kudret ve irade sıfatından gelen kâinat kitabıdır. İkincisi; ilim ve kelam sıfatından gelen semavî vahiyler ve özellikle onların zirve noktası olan Kur’an-ı Kerimdir. Hz. Muhammed, bu iki kitabın anlaşılması, onların en temel konusu olan Yüce Allah’ın varlığı ve birliğine olan delalet ve işaretlerini ders vermek için gönderilmiş en son peygamberdir. O halde Allah’ı yakından tanımak için, O’nun en büyük elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.)’i tanımak ve O’nun hak peygamber olduğunu tasdik eden – reddedilmez- imzaları yakından görmek gerekir.
Hz. Muhammed (a.s.)’in Nübüvvetini Tasdik Eden İmzalar
Allah’ın Verdiği Onay
“Biz seni insanlar için elçi olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter” (Nisa, 4/79).
“Fakat Allah, sana indirdiklerine şahitlik etmektedir. Onları kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de buna şahitlik etmektedir. Zaten şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/166).
“Dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, elçisini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter; Muhammed Allah’ın resulüdür.” (Fetih, 48/28-29).
Bilindiği üzere, harikulâde işlerin olması / gerçekleşmesi ilâhî bir imzaya işarettir.
Mesela; bir spermde 200-300 milyondan fazla insan olmaya aday olanların varlığı, tüm insanların bütün detaylarıyla bu sudan yaratılması, keza ufacık bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacının meydana getirilmesi, bütün canlıların aynı sudan yapılması, yine tırnak kadar bir kuvve-i hafızada yüz binlerce malumatın; şehirlerin, evlerin, yer-gök cisimlerinin, maddî- manevî olayların, tasavvur ve tahayyüllerin yer etmesi, İlâhî/ Rabbanî bir imzadan haber vermektedir. Bunlara benzer daha pek çok misal vermek mümkündür.
İşte bunun gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’in mucizeleri bir yana, çok kısa zamanda çok harika işleri başarması da İlâhî bir imzanın sinyallerini vermektedir.
Açık bir gerçektir ki; yarattığı bu harika sanatlı ve hikmetli masnuatıyla/sanat eserleriyle kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemâlâtını teşhir etmek ve bu süslü, ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek isteyen-perde arkasında- birisi var. Ve yine bu çok şefkatli, pek hikmetli umumî bir terbiye/kapsamlı bir idare ve iaşe ile her canlıya uygun bir rızk verme, hatta ağızların en ince zevklerini ve iştahların her nevini tatmin edecek bir surette hazırladığı Rabbânî ziyafetlerle kendi rubûbiyetine/yaratıcılığına ve idareciliğine karşı minnettar ve müteşekkir olan kullarına kendisini sevdirmek isteyen birisi var.
Keza, hiç şüphe yok ki mevsimlerin tebdili gece-gündüzün değişmesi ve birbiri ardınca gelip düzenli bir seyir takip etmesi gibi çok azametli tasarrufata ve pek haşmetli icraata imza atan, harika ve hikmet dolu faaliyet ve hallakıyetiyle (yaratıcılığıyla) kendi ilahlığını ilan eden ve buna mukabil, bu harika icraatlarına bakarak kendisine iman edip teslim olan, boyun eğip itaat eden kullarının olmasını isteyen –perde arkasında-birisi var.
Ve keza, insanlığın varlık sahnesine çıktığı günden beri, her zaman iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale etmek, semavî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek suretiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen -perde arkasında- birisi var.
Elbette ve herhalde, onun bu mezkûr maksatlarına tam hizmet eden, kâinatın yaratılışındaki hikmetleri keşfeden ve daima o Yüce Yaratıcı namına hareket eden ve O’ndan istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve O’nun tarafından yardım gören ve tevfikat-ı sübhaniyesine mazhar olan kimse, o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru/en samimi kuludur. Ve hiç şüphe yok ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den daha fazla bu vasıfları kendisinde barındıran bir insan, varlık sinesine ve tarih sahnesine çıkmamıştır.
Madem söz konusu bu hakikatler, bu zâtın doğruluğuna, samimiyetine şehadet ediyorlar. Elbette bu âdem, benî Âdemin medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i Benî Âdem” (kâinatın iftihar tablosu / insanlık camiasının gururu ve onuru) denilmesi çok münasip ve pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmân olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın manevî ve haşmetli saltanatının-on dört asır boyunca- yüz ölçüm bakımından yeryüzünün yarısını, nüfus bakımından en az beşte birisini hâkimiyeti altına alması ve O zâtın kendi hayatında gösterdiği şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât O’dur. Yüce Yaratıcımız hakkında en mühim söz onundur. O konuştuğunda, herkes susmalı, haddini bilmeli ve onu dinlemelidir.
Bilindiği üzere; sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir topluluktan, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bu zat (a.s.), büyük pek çok âdetleri, hem de inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ortadan kaldırıp, onların yerlerine pek yüksek seciyeleri dem ve damarlarına karışmış derecede vazedip yerleştirmiştir. Bunun gibi daha pek çok harika icraat yapmıştır.
Şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Arap yarımadasını gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zatın o zamana nispeten bir senede yaptığının yüzde birisini acaba yapabilirler mi?
Şüphesiz, bütün bu harikulade muvaffakiyetler, onun peygamberliğini onaylayan –perde arkasında-bir İlâhî imzadan haber vermektedir. Çünkü başka olamaz.
İçki/Uyuşturucu Örneği
Bu söylediklerimizin doğruluğunu ispat etmek ve sağlamasını yapmak için, bu konuda içki yasağını bir misal olarak zikredebiliriz.
Malum olduğu üzere, içki eski ve yeni bütün cahiliye topluluklarının müşterek bir alışkanlığıdır. Geçmişte Arap, İran ve Romalıların baş belası olan içki, bu gün aynı şekilde Avrupa ve Amerika’nın da içinde bulunduğu pek çok ülkenin müzmin bir hastalığıdır.
Bu hastalığa müptela olan Amerika, 1919 yılında içkiyi yasaklayan bir kanun çıkararak içkinin içilmesini engellemek istemiş ve vatandaşlarını bu hastalıklardan kurtarmayı amaçlamıştı. Konuyu inceleyen araştırmacıların belirttiğine göre, bu işi başarabilmek için 300 kişi idam edilmiş, 532.395 kişi hapse atılmış, 480 milyon lira para cezası verilmiş ve o günkü değeriyle, 4 milyar 132 milyon liralık mülk müsadere edilmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen, bu çabalar fiyaskoyla sonuçlanmış ve 15 yıl sonra Amerika bu kanunu geri çekmek zorunda kalmıştır.[1]
Yine uzmanların bildirdiğine göre, uyuşturucu ve bağımlılık yapan maddelere karşı savaş açan dünya ülkeleri, yıllardır bir arpa boyu yol kat edememişler. Oysa, Türkiye’nin bu amaçla yaptığı yıllık harcamalar 30 milyon dolar, Amerika’nın yaptığı harcamalar ise 120 milyon doların üzerindedir. Diğer pek çok dünya ülkeleri bu savaşta maddî ve manevî imkânlarını seferber etmelerine rağmen, bu illetin üstesinden gelememişlerdir.
Oysa, Uhud gazvesinden sonra, hicretin üçüncü yılında inen bir ayetin emirleri doğrultusunda, Hz. Peygamber (a.s.) tarafından görevlendirilen bir münâdînin :”Ey ahali! İçki yasaklanmıştır, haram kılınmıştır” diye seslenmesi, her şeye yetmiş, başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmamıştır. Bu sesi duyan bütün müminler –bir an bile tereddüt göstermeden- içkiden vazgeçmişlerdir. Ayetin son cümlesinde insanlara yöneltilen “Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Maide,5/91) sorusuna karşılık, herkes “Vazgeçtim Allah’ım! Vazgeçtim” diyordu. Sadece bardaklardaki değil, ağızlardaki de dökülüyordu. Bir anda açılan içki tulumlarından ve parçalanan fıçılardan dökülen içki, Medine sokaklarında sel olup akıyordu.[2]
Görüldüğü gibi, Amerika gibi çağdaş bir ülke, bütün gücü ve kuvvetine rağmen bunu başaramazken, Hz. Peygamber (a.s.) yaklaşık bin beş yüz yıl önce, tek başına Arap yarımadasında, vahşî ve âdetlerine bağlı ve inatçı muhtelif kavimlerin bu kötü âdetlerini bir çırpıda kaldırıp, onları güzel bir ahlakla donatmış ve onları o günkü en medenî olan ülkelere muallim ve üstad yapmıştır. Onun, bu işi hiçbir baskı, güç ve silah kullanmadan, tamamen akılları, ruhları, kalpleri ve nefisleri fethederek başarması, bu işin arka planındaki İlâhî imzadan haber vermektedir. Binaenaleyh, evrensel güzel ahlakı benimseyen ve toplumlarına yerleştirmek isteyen çağdaş ülkelerin, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu eğitim metodunu ve yetiştirdiği toplumun iç dinamiklerini yakından incelemeleri gerekir. Gerçekten insanlık camiası buna çok muhtaçtır.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.)’in terbiye metodundaki harika tesirin en büyük hikmeti, en büyük sırrı öğretilerinin temel dayanağını teşkil eden emir ve yasakların kaynaklandığı merciin, kutsi olmasıdır. Her an kendisini kontrol eden iki kameraman meleğin her türlü söz, fiil ve davranışını izleyip görüntülediğini, ister istemez huzuruna çıkacağı mahkeme-i kübranın tek ve mutlak hâkimi olan Yüce Allah’ın bizzat kendisini yakından takip ettiğini, değil yalnız dışa yansıyan davranışlarını, kalbinden, hayalinden geçirdiklerini de bildiğini, katında açık şeylerle gizli şeyler arasında hiçbir fark bulunmadığını idrak eden bir kimsenin insanî performansını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Gönüllere taht kuran böyle bir iman şuurunun başaramayacağı bir şey yoktur. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Kur’an’ın Verdiği Onay
Bu onayın özeti şudur: Semavî vahiy olarak kendini takdim eden kitapların en meşhuru, en ilmîsi, en mucizelisi, en çok okunanı, milyonlarca hafızların ezberinde bulunan eşsiz bir kitap olan Kur’an-ı Kerimin, Hz. Muhammed(a.s.)’in elinde ortaya çıktığı, bütün dünyaca bilinen bir gerçektir. Hz. Muhammed(a.s.) ise, ısrarla bu kitabın kendisine ait olmadığını savunmuştur. Aslında hayatı boyunca, diğer konuşmalarının, Kur’an’daki üsluptan çok farklı olması, Kur’an’ın gerçekten onun malı olmadığını ortaya koymaktadır. Eğer Kur’an, semavî kimliğini ispat ederse, bu kimlik aynı zamanda Hz. Muhammed’in nübüvvetini tasdik eden bir imza olacaktır. Kırk yönden mucize olan Kur’an-ı Kerimin bütün i’caz yönlerini burada yazmak, çalışmamızın maksadını aşan bir husustur. Bu sebeple birkaç hususa işaret etmekle iktifa edeceğiz:
Kur’an, semavî bir kimliğe sahip olduğunu ilan ederek, bunun doğruluğunu ispat etmek için de hiç kimsenin kendisinin bir benzerini ortaya koyamayacağı hususunda bütün insanlara ve cinlere karşı meydan okumuştur.
a. Kur’an’ın Bir Benzeri Yapılamaz
“De ki: Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun bir benzerini ortaya getiremezler” (İsra, 17/88).
b. Sadece On Surenin Bir Benzerini de Getiremezler
“Yoksa, ‘Onu(Kur’an’ı) kendisi uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru iseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.’ Eğer (onlar) size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka tanrı yoktur. Artık siz Müslüman olursunuz değil mi?” (Hûd, 11/13-14).
c. Bir Tek Surenin Bile Benzeri Yapılamaz
“Eğer kulumuz (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an’ın Allah katından geldiği) hususunda bir şüphe içindeyseniz, ona benzer bir sûre getirin. Eğer iddianızda samimî iseniz Allah’tan başka şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.Eğer bunu yapamazsanız ki asla yapamayacaksınız, o halde kafirler için hazırlanmış ve yakıtı insanlarla taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” (Bakara, 2/23-24).
d. Kur’an, Ümmî Bir İnsanın Malı Olamaz
“Sen bundan(Kur’an’dan) önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle onu yazıyordun. Öyle olsaydı, batıla uyanlar/ yanlış düşünenler, şüpheye düşerlerdi. Hayır; o (Kur’ân) kendilerine ilim verilenlerin kalplerinde yerleşen apaçık âyetlerdir. Bizim ayetlerimizi, zalimlerden başkası, inkâr etmez. Onlar: Ona (peygambere) ‘Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?’ derler.
n
nDe ki: ‘Mucizeler ancak Allah katındadır. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.’ Kendilerine okunan bu(kırk yönden mucize olan) kitabı/Kur’an’ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda, iman eden bir kavim için bir rahmet ve bir mesaj vardır.
n
nDe ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Batıla iman edip Allah’ı inkâr edenlere gelince, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Ankebut, 29/48-52).
Kâinat Kitabının Verdiği Onay
“De ki: Onu (Kur’an’ı) göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri bilen Allah indirdi” (Furkan, 25/6).
“Hayır, onlar kendilerine doğru bilgi gelince onu yalanladılar. Artık çelişkili bir durum içindedirler. Üzerlerindeki göğe hiç mi bakmadılar? Biz onu nasıl inşa etmiş ve süslemişiz. Ve hiçbir kusur ve eksikliği de yoktur. Yeri de biz serdik, içinde demirlenmiş gemiler gibi dağlar koyduk. Bize yönelen her kul için, bunları ufuk açıcı belgeler kıldık” (Kaf, 50/5-8).
Bu kâinat, nasıl ki kendini bir saray gibi icat ve inşa edip idare eden, harika bir düzene koyup, tasvir ve tertip eden, her tarafını hikmet pergeliyle takdir ve tedbir eden o pek mahir yaratıcısını göstermektedir. Yine nasıl ki bu kâinat, kendisini- element harfleri, atom kelimeleri ve molekül cümlelerinden yazma bir kitap gibi telif eden, bir sergi gibi teşhir eden Kâtibine ve Nakkaşına delâlet etmektedir. Aynen öyle de, bu kâinat apartmanı ve şu kâinat kitabı, muhtevasındaki İlâhî sırları bilecek ve bildirecek, hareketli ve değişken yapısındaki Rabbânî hikmetlerini tâlim edecek, belli görevleri yerine getirmek üzere yaptığı düzenli harekâtındaki hikmetli neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallime ihtiyaç duymaktadır. Her şeyi hikmetle yapan, bir sivrisineğin isteğine cevap vermeyi adalet ve merhametinin bir gereği sayan Yüce Yaratıcı, elbette koca kâinatın bu fıtrî ihtiyacını göz ardı etmeyecek ve etmemiştir. Çünkü, en harika bir kitap, en mükemmel bir sanat şaheseri, kendisini tanıtan, muhtevasını ders verip anlatan bir muallime, bir tanıtıcıya ihtiyaç duymaktadır. Aksi takdirde –o bilinmez kitap- hiç bir değer ifade etmez.
Bundan hareketle denilebilir ki, madem kâinat vardır, elbette onun bir muallimi ve tanıtıcısı da vardır. O halde, kâinat kitabı, -Kurân-ı Hakîmin şehadetiyle- kendisini en güzel şekilde okuyup anlatan, ilgili vazifeleri herkesten daha fazla yapan, herkesten daha güzel onun maksatlarını ders veren biri olarak Hz. Muhammed (a.s.), bu kâinat Yaratıcısının en yüksek ve en sadık bir memuru olduğuna şehadet etmektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki, bu kâinatın mânevî güneşi ve Rabbimizin en parlak bir burhanı, Habibullah unvanıyla meşhur olan Hz. Muhammed(a.s.)’dir. Bu sebepledir ki, onun peygamberliğini teyit ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz pek çok imza vardır ve bu imzalardan biri de kâinat kitabına aittir.
Önceki Peygamberlerin Verdiği Onay
“Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettik. İbrahim, İsmail, İshak, Yakub’a, Torunlarına, İsa, Eyyup,Yunus, Harun, Süleyman’a da vahyettik. Davud’a ise Zebur’u verdik. Daha önce sana anlattığımız peygamberlere ve sana anlatmadığımız peygamberlere de vahyettik. Ve Allah –vasıtasız olarak- Musa ile konuştu. Bunları müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı kullanacakları bir koz kalmasın. Allah Azizdir, Hakimdir (İzzet ve hikmet sahibidir)” (Nisa, 4/163-165).
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) icmâı / ittifakı, nasıl ki Allah’ın varlığı ve birliğine gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, Hz. Muhammed (a.s.)’in doğruluğuna ve risaletine de gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü bütün peygamberlerin doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kutsî sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, O zatta (a.s.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kal (söz) ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (a.s.) geleceğini haber verip insanlara beşaret/müjde vermişler; öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar.
Peygamberlerle İlişkisi
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti. Müminler de (iman etti). Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. ‘Peygamberleri birbirinden ayırt etmeyiz’ dediler.” (Bakara, 2/285).
İmam Busîrî’nin kaside-i Burde’sinde –mealen- söylediği aşağıdaki sözleri bu ilişkiye ışık tutmaktadır.
“Bütün şanlı peygamberlerin gösterdiği mucizeler,
Hepsi de Hz. Muhammed’in nurundan alınmış.
O, fazilet güneşi, onlarsa peyki olan yıldızlar
Karanlıklarda, onun ışığını insanlara göstermiş.”
Hz. İbrahim’i Anması
“Şüphesiz, İbrahim’e en yakın olan insanlar, ona tâbi olanlar ile bu (Muhammed) peygamber ve (ona) iman edenlerdir. Allah müminlerin dostu ve yardımcısıdır” (Ali İmran, 3/68).
“Mirac’a çıktığım gecede İbrahim’i de gördüm. Evlatları /nesli arasında ona en çok benzeyen benim.”[3]
Hz. Lut’u Anması
“Allah Lut’a rahmet etsin, o aslında sağlam bir dayanağa sığınıyordu”[4] Bu ifadeyle Efendimiz, “Keşke benim size karşı koyacak bir kuvvetim olsaydı veya sağlam bir dayanağa sığına- bilseydim” (Hud, 11/80) diyen Hz. Lut’un o andaki durumunu anlatıyor. Ve Allah’ın ilim ve kudretiyle her yerde hazır olduğu gerçeğini ümmetine ders veriyor.
Hz. Yusuf’u Anması
Hz. Peygamber(a.s.)’e “İnsanların en şereflisi kimdir” diye soruldu. “Allah’a karşı en takvalı olandır” buyurdu. “Bunu sormuyoruz” deyince, buyurdu ki, “İnsanların en şereflisi Yusuf peygamberdir.” buyurdu.”[5]
Kur’an-ı Kerimde Hz. Yusuf’u hapiste ziyaret eden Mısır kralının elçisi onu götürmeye gelince, o gitmemiş, her şeyden önce kendisine yapılan iftiradan dolayı temize çıkmasını beklemiştir. Konuyla ilgili ayetin meali şöyledir:
“Kral: Onu bana getirin, dedi. Elçi, Yusuf’a gelince, Yusuf; ‘Efendine dön… Ellerini kesen o kadınların durumlarını sor. Şüphesiz benim efendim onların tuzağını biliyor’ dedi” (Yusuf, 12/50).
İşte bu hadiseye dikkat çeken Hz. Peygamber (a.s.), “Eğer Yusuf kadar hapiste kalsaydım, elçi bana gelseydi hemen ona cevap verirdim/onunla giderdim”[6] buyurarak, Hz. Yusuf’un tutumunu övüyor.
Hz. Musa’yı Anması
Abdullah ibn Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.) Medine’ye geldiğinde, oradaki insanların Aşure günü oruç tuttuklarını gördü. “Bu gün çok büyük bir gündür; Allah bu günde Musa’yı kurtardı, Firavun’un taraftarlarını denizde boğdu. Musa da Allah’a şükretmek niyetiyle o günde oruç tutuyordu” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.): “Ben onlardan daha fazla Musa’ya yakınım” dedi ve o gün hem oruç tuttu hem de onu emretti.[7]
Hz. Davud’u Anması
Abdullah b. Amr b. As anlatıyor: “Hz. Peygamber ‘Sen geceleri ibadetle, gündüzleri de oruçla geçiriyormuşsun’ deyince ‘Evet!’ dedim. ‘Bu sana ağır gelir; her ayda üç gün tut, bu sürekli tutulabilen bir oruçtur’ buyurdu. Ben ‘Ey Allah’ın Resulü! Daha fazlasına gücüm yeter’ deyince, ‘Öyleyse, Davud (a.s.)’ın orucunu tut. O, her zaman gün aşırı/bir gün yer, bir gün oruç tutardı ve düşmanla karşılaştığı zaman da kaçmazdı’ buyurdu.”[8]
Yine Abdullah b. Amr b. As anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) buyurdu ki: “Allah’a en sevimli oruç, Davud’un tuttuğu oruçtur. O bir gün yer, bir gün tutardı. Allah’a en sevimli namaz da Davud’un namazıdır. O, gecenin yarısına kadar uyur, üçte birinde kalkar, sonra altıda birinde tekrar uyurdu.”[9]
Hz. Yunus’u Anması
Hz. Peygamber(a.s.) Taif’ten üzüntülü bir şekilde dönerken, çok bitkin bir vaziyette yol üzerindeki bir bağda istirahat buyurmuşlardı. Addas adlı Hıristiyan bir kölenin kendisine ikram ettiği üzümleri yemeye başlarken Besmele çekti. Addas, oralarda kimseden duymadığı bu sözleri duyunca, Efendimizle yakından tanışıp sohbet etmeye başladı. Efendimiz Addas’ın “Nineva”lı olduğunu öğrenince, ona “Demek sen benim kardeşim Yunus’un memleketindensin” dedi. Bunu duyunca hayretler içerisinde kalan Addas, “Siz onu nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Hz. Peygamber (a.s.) “O da benim gibi Allah’ın insanlara gönderdiği bir peygamber idi” deyince, Köle Addas hemen iman etti.
Bu sohbet, başkasıyla diyalog kurmak için, karşılıklı yakınlaşma ortamını hazırlayacak ortak değerleri/asgari müşterekleri ön plana çıkarmanın önemine işaret etmektedir.
“Ben, herhangi bir kimsenin Yunus b. Metta’dan daha faziletli olduğunu söylemem.”[10]
Kuvvetli bir ihtimalle Hz. Peygamber(a.s.), bu hadisteki ifadesiyle; “Artık Rabbinin hüküm vermesi için sabret! Balığın arkadaşı Yunus gibi olma! Hani o, sıkıntı içerisinde yalvarıp yakarmıştı” (Kalem, 68/48) mealindeki ayet gibi Kur’an’ın Hz. Yunus hakkındaki bazı ifadelerine bakıp onu peygamberler arasında küçük görenlere cevap vermiştir.
Hz. İsa’yı Anması
“İsra/Miraç gecesinde İsa’yı da gördüm. Orta boylu, beyaz tenli, hamamdan çıkmış gibiydi. İbrahim’in soyundan gelenler arasında, ona (İsa’ya) en çok benzeyen benim.”[11]
“Bütün peygamberler kardeştir. Anneleri farklı fakat dinleri birdir. İnsanlar arasında İsa’ya en yakın olan benim.”[12]
Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.) buyurdu ki; “Meryem oğlu İsa bir adamın hırsızlık yaptığını gördü ve ona; ‘Sen hırsızlık mı yaptın?’ dedi. Adam: ‘Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ediyorum ki, hayır!-Yapmadım’ dedi. Bunun üzerine İsa: ‘Allah’a iman ettim ve gözümü yalanladım’ dedi”[13]
Hz. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.)’den şunları dinledim “Meryem’in oğlu /İsa hakkında –ona yaptıkları övgüde-aşırılığa kaçtıkları gibi, siz de benim hakkımda öyle bir aşırılığa girmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve Resulü’ deyin.”[14]
Ehl-i Beytin Verdiği Onay
“Şüphesiz Allah siz Ehl-i Beytten manevî kirleri gidermek ve sizi temizlemek istiyor” (Ahzab, 33/33).
Hz. Muhammed(a.s.)’in risaletini tasdik edenlerden birisi de, insanlık camiasında -peygamberlerden sonra- feraset, dirayet ve kemâlât hususunda en meşhur, en muhterem, en namdar, en dindar ve en keskin fikirli, Âl ve Ashâb adındaki şanlı iki büyük taifedir. Kemâl-i merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini, fikirlerini, vaziyetlerini tahkik ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık/en doğru, en yüksek bir kişiliğe, en haklı ve hakikatli bir şahsiyete sahip olduğuna ittifakla ve icmâ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir.
“Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (r.a.) ve yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve Âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan nurânî bir cemaatin icmâ ile onu tasdik etmeleri göz kamaştırıcı bir imzadır.
Hz. Ali’nin, Resulullah (a.s.) hakkındaki şehadeti şöyledir:
“O, insanların en cömerdi, insanların en geniş kalplisi, insanların en doğru sözlüsü, onların en ahde vefalısı, onların en yumuşak huylusu, insanların en soylusu idi. Onu ilk gören heybetinden korkardı. Onu yakından tanıyan ise ona âşık olurdu. Onu vasf eden kimse: ‘ne ondan önce, ne de ondan sonra, kendisinin bir benzerini gördüm’ derdi.”[15]
Hz. Aişe validemizin şu şehadetinin büyüklüğüne bakın: “Onun ahlakı Kur’andı.”
Ve bu sözünü adeta tefsir ederken manzum olarak –mealen- şunları söylemiştir:
“Gözlerim asla görmedi senden daha güzelini
Hiçbir kadın doğurmadı senden daha mükemmelini
Sen her türlü kusurdan uzak olarak var edilmişsin
Sanki sen nasıl istediysen öyle halkedilmişsin.”
Arkadaşlarının/ Sahabe-i Güzin’in Verdiği Onay
“Kayan yıldızlara yemin olsun ki, arkadaşınız (Muhammed), ne saptı ve ne de yanlış yola kaydı. O kendi heva ve hevesinden konuşmaz. O (nun söyledikleri) ancak vahiy edilen bir vahiydir” (Necm, 53/1-4).
Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâli ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe unvanıyla dünyada namdar olan meşhur cemaatin ittifakla ona iman etmeleri, ölümünden sonra da can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda etmekten çekinmemeleri, hayatları boyunca o sarsılmaz pek kuvvetli imanla tasdik etmeleri, eşsiz bir şehadettir.
Aslında gülü bülbülden sormak gerek. O halde Onu, Resulullah’ın büyük şairi Hassan’dan –mealen-dinleyelim:
“O öyle bir peygamber ki, çevresindeki insanların görmediğini görür.
Her yerde, her toplulukta çekinmeden Allah’ın kitabını okur.
Eğer bu gün konuşmasında gelecekten haber verse gizli bir ihbar
Onun tasdiki aynı günün kuşluğunda ya da ertesi gün gelip onaylar.”
Diğer bir bülbülü olan Abdullah İbn Ravaha da –mealen-şöyle haykırıyor:
“Allah’ın Resulü hep aramızda O’nun kitabını okur, hiç durmaz
Sabah olur olmaz, şafaklar söker sökmez, gün ağarır ağarmaz
Biz gerçeği görmez birer kör iken, bize yol gösterdi açıldı gözlerimiz
O ne derse doğrudur, her dediği çıkacak, buna emindir gönüllerimiz.”
Evliyanın Verdiği Onay
“İnananların velisi/dostu Allah’tır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır” (Bakara, 2/257).
“Paygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır” (Ahzab, 33/6).
Hz. Muhammed (a.s.)’in ortaya koyduğu prensipler doğrultusunda hayatlarını tanzim eden, onun terbiyesiyle yetişen ve arkasından gitmeleriyle hakka hakikate, kemâlâta, kerâmâta, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, kazandıkları bu manevî mertebelerin dilleriyle Allah’ın birliğine/vahdâniyetine şehadet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın doğruluğuna/ sadıkıyetine ve risaletine icmâ ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u iman ile ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösteriyorlar.
Çünkü meyve veren bir ağaç kuru değil, canlıdır. Milyonlarca velayet meyvelerini veren Hz. Muhammed (a.s.)’in manevî şahsiyeti, bu meyvelerin şehadetiyle, hak ve hakikat semasının sidre-i müntehası, ilim ve hikmet cennetinin şecer-i tubasıdır.
Asfiyanın / Yüksek Ulema Heyetinin Verdiği Onay
“Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu, Aziz ve Hamid olan Allah’ın yoluna ilettiğini bilirler” (Sebe’ 34/6).
Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemadan meydana gelen büyük heyet-i ilmiye, tevafukla / birbirlerini desteklemek suretiyle ve ilmelyakîn derecesinde Hz. Muhammed (a.s.)’i tasdik etmişler.
Keza, bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, ders verdiği kudsî hakikatler, ortaya koyduğu yüksek ilimler ve keşfettiği mârifet-i İlâhiye ile ilgili verdiği dersleriyle, onun eğitim ve öğretimiyle, talim ve terbiyesiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlarca müdakkik, muhakkik asfiya makamındaki İslam bilginleri ve birer hikmet dâhisi olan İslam filozofları, bu zâtın takip etttiği dâvâsının temel esası olan tevhit ve vahdâniyeti kuvvetli burhanlarıyla bil’ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadet ediyorlar. Demek bu zâtın davasının temel esası olarak kabul ettiği vahdâniyete şehadeti, şahsî ve cüz’î değil; umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir.
Maddî ve manevî ilimlerle mücehhez olan Evliya ve Asfiya gruplarının bu sarsılmaz şehadetleri, bu zâtın –gündüzün güneşe delâleti gibi- nübüvvetinin bir delili, risaletinin bir hücceti ve sadakatinin bir burhanıdır.
Hz. Muhammed (a.s)’in Şahsiyetinin Verdiği Onay
“Ya Sin Hikmet dolu Kur’an’a yemin olsun ki, sen gönderilmiş peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzeresin” (Yasin, 36/1-4).
“Şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4).
“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim”[16]
Hz. Muhammed (a.s.)’in mümtaz şahsiyeti, güneş gibidir, hem çevresini hem de kendi kendini aydınlatır. Kur’an-ı Kerim, kırk yönden i’caz nakışlarıyla donatan Vahyin sahibi Yüce Mevla, rahmet ve hikmetiyle elçisini de kırk yönden eşsiz ahlak erdemleriyle donatmış ve bu mücessem i’caz tablosunu “Hiç şüphe yok ki, sen çok büyük bir ahlak üzeresin”(Kalem, 68/3) ifadesiyle dost ve düşmana ilan etmiştir. Hz. Aişe’nin veciz ifadesiyle “O’nun ahlakı Kur’an’dı.” Demek ki, Hz Muhammed (a.s.), Kur’an güneşinin parlak ışıklarını yansıtan şahsiyetiyle, konuşan ve yaşayan bir Kur’an’dı.
Bilindiği üzere, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada, hicapsız, pervâsız, küçük fakat hacâlet-âver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.
Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, pervâsızca, tereddüt etmeden, çekingenlik göstermeden, telâşsız, samimî bir safvetle/bir duruş ve durulukla, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şekilde, hakkın hatırını esas alan ve ulvî bir surette söylediği sözlerde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! Ve kat’a! Ve asla!
Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir, Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın!
KÂFİR-MÜMİN-MÜŞRİK-MÜNAFIK HERKESİN GÜVENDİĞİ
YÜCE ŞAHSİYETTİ O! / VEYA MUHAMMEDU’L-EMİN’Dİ O!
“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim”diye buyuran Hz. Peygamber(a.s.)’in, kendi şahsında gösterdiği güzel ahlakını yansıtan bazı misalleri şöyle sıralamak mümkündür:
a. Hz. Peygamberin Güvenirliği
Muhammedü’l-Emin: Bir gün sabahleyin Safa tepesinden Kureyşlilere hitap ediyordu. “En yakın akrabanı uyar” mealindeki İlahî emri yerine getirmeye çalışıyordu. Sesini duyup da oraya gelip toplananlara: “Size bu dağın arkasından mallarınızı yağmalamak isteyen bir takım atlıların çıkacağını, ya da bir düşmanın size hücum etmek üzere olduğunu söylesem inanır mısınız?” diye sordu. Oradakiler “Evet! İnanırız! Çünkü senin yalan söylediğini hiç duymadık” dediler.[17]
Nübüvvet döneminde insanlarla açıktan yapılan bu ilk karşılaşmada her şeyden önce bir emniyet testi yapılmış ve Muhammedu’l-Emîn vasfının, hâla halkın nabzını elinde tuttuğunu ortaya koymuştu.
Kendisine iman etmeye yanaşmayan bazı müşrikler bile Hz. Muhammed (a.s.)’in emanetine tam emniyet ediyor ve bir takım kıymetli eşyalarını korumak maksadıyla ona teslim ediyorlardı. O da bu konuda dost düşman farkını koymadan kendisine yakışanı yapıyordu. Öyle ki, kendisini yurdundan süren ve öldürmeye çalışan düşmanlarının emanetine de riayet ediyordu. Emanetlerini sahiplerine teslim etmek için amcasının oğlu Ali’yi görevlendirmişti. Hz. Ali, çok tehlikeli şartlar altında bu emanetleri sahiplerine verdikten sonra ancak hicret edebilmişti.
b. Tevazuu
Hz. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sakın beni -Hıristiyanların İsa’yı aşırı övdükleri gibi-aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve Resulü’ deyin”[18]
Hz. Enes anlatıyor: Bir kadın “Ey Allah’ın Resulü! Bir ihtiyacım var, seninle görüşmem gerekir” dedi. Efendimiz: “Medine’nin hangi yolunda/hangi semtinde, neresinde görüşmek istiyorsan oraya geleyim” buyurdu.[19]
Efendimizin heybetinden titremeye başlayan bir adama: “Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim, bilakis, Kureyş kabilesinden kurutulmuş et / kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum” diye buyurdu. (İhya, 2/382).
c. Affediciliği
Gavres b. Haris’in olayı :
Gatafan ve Enmar gazvesinde, yolda bir istirahat esnasında, Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimseye görünmeden, tek başına bir ağacın gölgesinde yatan Hz. Peygamber(a.s.)’in yanına kadar sokuldu ve elinde yalın kılıcı olduğu halde, tam onun başına gelip dikildi ve “Kim seni benden kurtaracak?” diyerek meydan okudu. Hz. Peygamber(a.s.) “Allah” diye cevap verdikten sonra “Allah’ım! Dilediğin şekilde beni ondan koru!” diye dua etti. Gavres birden iki omuzu ortasına gaipten bir darbe yedi ve kılıcı elinden düşüp yere yuvarlandı. Bu defa Hz. Peygamber (a.s.), kılıcı eline aldı ve “ şimdi seni kim kurtaracak” dedi, fakat sonra affetti. O pek cesur adamın bir şey yapmadan geldiğini gören arkadaşları “Ne oldu sana? Niçin bir şey yapamadın?” diye sordular. Gavres, başından geçen hadiseyi anlattı ve “Ben şimdi insanların en iyisinin yanından geliyorum” dedi.[20]
Amcasının Katillerini Affetmesi:
Hz. Peygamber(a.s.)’in çok sevdiği amcası, şehitlerin efendisi Hz. Hamaz’yı şehit eden Vahşiyi affetmesi, aynı olayda bu su-i kastin baş mimarı olan ve Hz. Hamza’nın cesedine bile hakaret etmekten çekinmeyen ve ciğerlerini sökerek ağzında çiğneyen Hind’i affetmesi, onun eşsiz affediciliğinin yüksek boyutunu göstermesi bakımından dikkate değer örneklerden biridir.
d. Sahaveti
Hz. Ali Efendimiz şöyle anlatıyor: “O, cömertlik konusunda insanların en eli açığı, açık kalpli olmak/herkese gönlünü açmakta, insanların en geniş yüreklisi, bir şeyi doğru ifade etmede, insanların en dürüstü, mizaç bakımından insanların en yumuşağı, soylu olma hususunda insanların en onurlusu idi. Onu ilk gören heybetinden korkardı. Ancak onu yakından tanıyınca da sevmeye başlardı. Tanıtmak için Onu anlatanlar: “ne ondan önce, ne de ondan sonra onun gibisini görmediklerini “söylüyorlar.”[21]
___________________________________
[1] Kutup, Seyyid, Fi Zilali’l-Kur’an, II/222.
n[2] O günün Müslümanlarının (Sahabenin) iman asaletine bakarak bugünkü Müslüman toplumların içki ile olan muhabbetlerini (!) nasıl değerlendirmeli acaba?
n[3] Buharî, Enbiya, 48.
n[4] Buharî, Enbiya, 19.
n[5] Buharî, Enbiya, 8, 19.
n[6] Buharî, Enbiya, 19.
n[7] Buharî, Enbiya, 24.
n[8] Buharî, Enbiya, 37.
n[9] Buharî, Enbiya, 38.
n[10] Buharî, Enbiya, 35.
n[11] Buharî, Enbiya, 24.
n[12] Buharî, Enbiya, 48.
n[13] Buharî, Enbiya, 48.
n[14] Buharî, Enbiya, 48.
n[15] Tirmizi ? Gazali, İhya, II/379.
n[16] Nebhanî, Huccetullah ale’l-âlemin, 31.
n[17] İbn Sa’d, Tabakat, I/200; Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, I/120.
n[18] Tirmizi, Şemail, 293.
n[19] Tirmizi, Şemail, 294.
n[20] Buhari, Cihad, 84, Magazî, 31-32; Müslim, Müsafirin, 311, Fedail, 13.
n[21] İhya, II/379.